21 Kasım 2015 Cumartesi

Yenilenme

İşte geldi
Yeniden geldi
İçimdeki yazma aşkı…
Hoş geldin aşk!
Keşke vakit olsaydı
Keşke uzatabilseydim günleri
Şimdilik beynime kazımaya çalışıyorum içimden akanları…
Kızgın bir volkan gibi fışkırıyor dışarı
Gündelik hayattan uzaklaştığım her saniye
İçimde kıpırdanmaya başlıyor düşünceler
Haydi, haydi diye ittiriyor, aralamaya çalışıyor kapıyı
Aç, aç… Ben geldim!

**
Az kaldı, sabret
Gün gelecek kavuşacağım bembeyaz sayfalara
Ama o güne dek
Yani şimdilik
Hayal etmeye devam
Çünkü

Hayal kurmak serbest..!


15 Mayıs 2015 Cuma

Dostluk

Murathan Mungan’ın şiirlerini defalarca okumuşumdur. Hele ki Yalnız Bir Opera, hele ki Bilardo Topları neredeyse satır satır ezberimde…

Dünkü yazımın ardından tekrar okudum bu şiiri.

Fark ederek yaşamayı, anın kıymetini bilmeyi ne kadar da güzel ifade etmiş. Hayatı sonsuz zannedip kendimizi bir başka aşka, bir başka dosta, bir başka ana ertelerken hayat yanımızdan geçip gidiyor.
Gelecekte sandığımız “o gün” aslında belki de “bugün”.

UZUN YOLLARI DA GÖZE ALABİLEN BİR DOSTLUK

ya biz, binde bir karşımıza çıkan dostluk, 
arkadaşlık, sevgililik fırsatlarını ne yapıyoruz? 
akşamüstünün bir saatinde, 
yorgun gövdemizi yaslayıp mırıl mırıl konuşabileceğimiz, 
omzumuza dolanan bir kolun, 
başımızı yaslayabileceğimiz bir omzun, 
belimizi kavrayan bir elin, 
uzun yollara dayanıklı aşkların sahibi karşımıza çıktığında 
tanıyabiliyor muyuz onu, değerini biliyor, 
biricikliğini, benzersizliğini anlayabiliyor muyuz? 
yoksa hayatı sonsuz, fırsatları sayısız sanıp 
kendimizi hep ilerde 
bir gün karşılaşacağımızı sandığımız bir başkasına 
bir yenisine ertelerken 
hayat yanımızdan geçip gidiyor mu? 
karşımıza erken çıkmış insanları yolumuzun dışına sürerken bir gün 
geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz? 
hayat her zaman cömert davranmaz bize, 
tersine çoğu kez zalimdir. 
her zaman aynı fırsatları sunmaz, 
toyluk zamanlarını ödetir. 
hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, 
eskitmeden yıprattığımız dostlukların, 
savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla 
yapayalnız kalırız bir gün 
bir akşamüstü yanımızda kimse olmaz, 
ya da olanlar olması gerekenler değildir. 
yıldızların bizim için parladığını göremeyen gözlerimiz, 
gün gelir hayatımızdan kayan yıldızların gömüldüğü maziye kilitlenir... 
kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki 
olağanüstü anıları ve olağanüstü kişileri yakalamak. 
bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa; 
hani şu karşıdan karşıya geçerken trafik ışıklarında rastladığımız, 
omzumuzun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boş verip 
'nasıl olsa ileride bir gün tekrar karşıma çıkar' dediğinizdir. 
oysa tam da o gün bu zalim şehri terk etmiştir o; 
boş yere bu sokaklarda aranırsınız...

***

Benim de trafik ışıklarında rastlayıp, omzumun üzerinden şöyle bakıp da geçtiğim bir insan vardı. Onca sene sonra bir gün “o gün bugün” diyerek durdurdum onu. İyi ki yapmışım.

O dost bir gün bu zalim şehri terk etse bile
Yıldızı asla gömülmeyecek maziye…



14 Mayıs 2015 Perşembe

TBT ve Nostalji Aşkı

Instagram’da yeni bir moda var; adı “tbt” yani “Throw Back Thursday”

Her Perşembe günü geçmişten bir fotoğraf paylaşılıp eski günler yad ediliyor; o zamanlar şöyle güzeldi, böyle harikaydı şeklinde geçmişe öykünülüyor.



Bir zamandır içimdeki -özellikle doğum yaptıktan sonra coşmuş olan- nostalji aşkını düşünüyordum. Tbt modasını görünce bu konuda yalnız olmadığımı anladım.

Doğumdan sonraki ilk üç ayı oldukça zor geçirdim. Bebeğim önce emme problemi yaşadı, sonra gazı başladı, ardından kolik geldi, arkasından uyuyamamaya başladı derken hem fiziksel hem psikolojik olarak çöküş yaşadım. 55 gün boyunca gece gündüz demeden saat başı emzirmeler, emmediği vakitlerde uyumadığından yine gece gündüz demeden sürekli kucakta gezdirmeler beni epey hırpaladı.

Bebeğimin keyfini çıkarmayı bırakın, ciddi anlamda mutsuz bir insan oldum. O kadar ki, bebeğimi evdekilere bırakıp çok uzaklara kaçmak istediğim bile oldu. (Şu an işe başlayıp ondan ayrılacağım günü düşündükçe mutsuz oluyorum, o ayrı J)

Hepsi unutuluyor diyorlar ama o kadar emin değilim. Hayatımın en zor günleriydi.



Tüm bunlara rağmen, geçen gün telefonu elime alıp o zamanlardaki fotoğraflara bakarken kendimi “ah ne güzel günlerdi” derken yakaladım!

İnsan beyni çok ilginç çalışıyor. Ben kendimce bunun yaşamsal içgüdülerle (survival instinct) ilgili olduğuna kanaat getirdim. İnsan beyni bir şekilde kötü anıları siliyor ve böylece geçmişe baktığınızda genel olarak güzel anları anımsıyorsunuz. Tabii ki büyük travmaları hariç tutuyorum. Benim 55 günlük deneyimim de bir travma olduğundan hayatım boyunca unutabileceğimi sanmıyorum. Yine de ilginçtir ki şu an hafızamda o günlerin hafifletilmiş bir versiyonunu yaşatıyorum. Her ne kadar önüne geçmeye çalışsam da, bunu beynim yapıyor.

Dolayısıyla tbt modasını görünce nostalji aşkının bana özel bir şey olmadığını fark ettim. Bana sorarsanız biz anılarımızı olduklarından daha mutlu anımsıyoruz.

Bu bana şunu düşündürüyor. Acaba farkına varmadan mı yaşıyoruz? Belki de yaşarken mutlu olduğumuzun farkına varmıyor, ancak olayların dışına çıkıp baktığımızda aslına mutlu olmuş olduğumuzu anlıyoruz. Mindfulness dediğimiz kavram burada devreye giriyor. Her anı farkına vararak yaşamak…Her anın kıymetini bilmek… Ve böylece anlarımızın gerçekten de anılarımız kadar güzel olmasını sağlayabilmek!



Bunu yapabilirsek “Ah nerede o eski bayramlar” yerine “Bu bayram çok güzel geçiyor” diyebileceğimiz, “Gençlik günlerimiz çok güzeldi, bizden geçti artık” yerine “Yaş almak da çok keyifli” diyebileceğimiz günler yakındır diye düşünüyorum.

Şu an kafanızı kaldırın ve düşünün. Şükredin. Fark edin. Biliyorum bir sürü derdiniz var, biliyorum hayat çok stresli, ama bir düşünsenize; muhtemelen ileride bir gün o yazıyı okuduğum gün aslında ne kadar güzel bir günmüş diyeceksiniz. Siz iyisi mi bu anın kıymetini bilin. J


Sevgiyle… 


10 Nisan 2015 Cuma

Bi acaip

Bi acaibim
Sen doğdun doğalı, miniğim
Hayatın en büyük mucizesi, kollarımda yatıyor şimdi
Minik bir bebek… Büyük bir sorumluluk, büyük bir aşk, büyük bir değişim!
Beraber büyüyoruz seninle
Ben de seninle büyüyor, gelişiyor, değişiyor, öğreniyorum
Ne demişler
Bir çocuk doğar, bir anne doğar
Ben de yeni doğdum bir tanem
Seninle beraber yepyeni bir dünyaya gözlerimi açtım
İkimiz de yaşam mücadelesi veriyoruz şimdi seninle
Tek ihtiyacımız olan bol sevgi
Ve tabii ki zaman

***

İkimiz de sürekli bir çelişki içindeyiz
Emsem mi, oynasam mı, gaz mı çıkarsam, yoksa uyusam mı?
Benim derdim nedir Allah aşkına?
Annecim kafam çok karışık!
Off dışarıda hayat ne zormuş!
Dediğini duyar gibiyim
İnan ki kuzucuğum, ben de en az senin kadar karışığım
Annelik zor zanaat
Hiçbir zaman doğru ya da hakkını vererek yaptığından emin olamıyor insan
Çok mu katıyım yoksa çok mu duygusal?
Abartıyor muyum yoksa ilgisiz miyim?
Ona yeterli vakit ayırıyorum, peki kendime?
Bu sefer de kendime çok ayırdım, bebeğim ilgisiz mi kaldı?
Uyumadım, yorgunum
Uyudum, pişmanım

***

Hepsinden öte, biz kız çocuklarına yıllardır öğretilenler var
Binlerce kez duya duya beynimize kazınmış adeta
Annelik bize anlatıldığı gibi olmak zorundaymış gibi hissediyor
Olmayınca kendimizi suçluyoruz
Neymiş?
Annelik içgüdüsel-miş
Kucağına aldığın an anne olursun-muş
Çok çekersin ama hiç canın acımaz-mış
Ah miniğim, bir bilsen!
Meğer
Annelik içgüdüsel değilmiş, zamanla öğrenilirmiş
Kucağına aldığın an değil, yaşadıkça anne olunurmuş
Çok çekilir ve basbayağı canın acırmış!

Bunları söylemek hiç de ayıp değilmiş
Çünkü bize anlatılanlar masalken, bunlar gerçeklermiş!

***

Ama hepsine değer miymiş?
Değermiş dostlar
İşte onu doğru demişler
Canından bir parçaymış evlat
Cennet kokuluymuş
Hayatın en büyük mucizesi, evrenin en büyük hediyesiymiş


26 Aralık 2014 Cuma

ŞANGIIIRRRTTTTTTTTTTT

Koskoca cam tuzla buz olmuş, irili ufaklı kırıkları ta salona kadar yayılmıştı.

Ötesini düşünmeden koskoca poposunu koyuverdi cam kırıklarının içine.

Hatta ellerimi de yere bastırayım, belki birkaç parça batar!



Kendine zarar verecek seviyeye ne zaman gelmişti?

Hayat öyle bir akıp gidiyor ki insan nasıl olduğunu fark etmeden farklı yerlerde bulabiliyor kendini.

Küçüklüğünden beri bir gün kafayı yiyeceği aklının bir köşesinde vardı. Hep uzak bir olasılıktı sanki. Olmazdı işte. Bugüne dek hep bir şekilde sahip çıkabilmişti aklına.

Şimdi ise söz geçiremiyordu.

Ve en kötüsü, ne ara bu hale geldiğinin farkında değildi.

Oturdu o kırıkların arasında hüngür hüngür ağladı. O kadar içten bağırıyordu ki boğazlarının şiştiğini hissetti. Göğsü yanıyor, elleri titriyordu.

Kendini çok mutlu hissettiği, zıplaya hoplaya mis gibi yemekler pişirdiği turuncu renkli mutfağı can kırıklarıyla dolu bir cehenneme dönmüştü şimdi.

Gözyaşı stresi azaltır derler. Genelde ağladıktan sonra insanlara bir rahatlama gelmesinin sebebi de budur. Onun stresi ise katlanarak artıyordu. Çünkü biliyordu ki ağlamak hiçbir şeyi düzeltmeyecek, içindeki canavarı susturmayacaktı.

Hangi canavar derseniz, olumsuz düşünce canavarı. İsmi Karanlık olsun.

Normalde arada bir kafasını çıkarır burnunu bazı işlere sokardı Karanlık. İlk defa bütünüyle beni esir alıyor. Ondan kurtulamıyorum. Sanki ellerimi kollarımı bağlamış, sağlıklı düşünmemi engellemiş, karabasan gibi üzerime çökmüş.

Bu hale nasıl geldiysem aynı yoldan geri döner çıkarım diye düşündü.

Ah… nasıl geldiğini bir bilseydi!

Sanki gözlerimi bağlayıp bir arabaya bindirmiş, Karanlık’ın kucağına atıvermişler beni. Sonra da kaçıp gitmişler arkamdan gülerek. Elveda!! Ha-ha-ha!!



Boğuluyorum burada. Adeta bir bataklık. Çıkmaya çalıştıkça batıyorum, batıyorum… bu kırık camlar mı kurtaracak beni? Düşman eli onlar. Cafcaflı gözüküyorlar, parıltılılar. Biliyorum, dışarı çıkmak için onlara tutunursam kesecekler her yerimi. Hatta bazıları sinsice derimin altından bedenime girecek, tüm organlarımı gezerek hepsini zehirleyecek ve ardından içimde eriyerek tüm ruhuma işlemiş olacaklar.

Kuvvetli bir hayal gücü bu tür kriz anlarında öyle bir dezavantajdır ki, sırf gözünde canlananlar bile insanı en derinlere iteklemeye yeter.

Hayır, çekilin cam parçaları!

Hızlıca eline bir süpürge aldı ve etrafı temizledi. Kırıklarından kurtuldu.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.

Öyle bir dayak yemişti ki, düşünemiyordu.

Hayatı hep bu kadar kötü müydü yoksa şimdi mi gözüne batıyordu her şey? Bir aydınlanma mı yaşıyordu, aksine karanlığa doğru hızlı bir serbest düşüş mü? Kafasında dolananlar şeytan mıydı yoksa ona doğru yolu göstermeye çalışan melekler mi? Teslim olmalı mıydı bu delilik haline, ardına bakmadan kaçmalı mı? Oturup sabır mı etmeliydi, hemen ayağa kalkıp harekete mi geçmeli?

Ne yapmalı? Ne düşünmeli? Bu sarmaldan nasıl çıkmalı?

Her şey gerçekten göründüğü kadar karanlık mıydı yoksa hepsi sadece bakış açısından mı ibaretti? Gerçekten talihsiz miydi yoksa kendine haksızlık mı ediyordu? Hem talihsizlik diye bir şey var mıydı, insan kendi şansını kendi mi yaratırdı? Hayatımızın ne kadarına hükmedebiliyorduk özgür iradeyle? Hatta… özgür irade diye bir şey var mıydı?

Kırıkları temizlemesinin üzerinden beş dakika geçmemişti ki, vurup kırma hissi aynı şiddetle tekrar geldi. Kırılabilecek başka cam olsa onu da kırardı. Allahtan dolaptaki tabaklar o an aklına gelmedi.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.



Düşünüp çözmek istiyor, başaramıyor, sürekli kafası dağılıyordu. Kahretsin, odaklanamıyorum!

Önce çabalamaktan vazgeçti. Belki bir süre bu bataklıkta kalması gerekiyordu. Belki bu deneyimi edinmesi gerekiyordu. Yarın yeni bir gündü, her şey çok farklı olabilirdi.

Ve böyle sabahlar, öğlenler, akşamüzerleri, geceler geçti.

Her gün yeni bir gündü ama hiçbir şey farklı olmuyordu.

Sabır diyordu, sabır. Sabırla ilgili söylenmiş, onu öven o kadar çok söz vardı ki, elbet bir değeri olmalıydı.

Uzun süre sabretti. Ya da uzun süre sabrettiğini düşündü, belki de aslında çok kısa bir süreydi bu.

Sabretmek bu sefer de hiçbir şey yapmamak gibi geldi, kendini suçlu hissetti.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.

Çıkış yolu kendindeydi, bunu çok iyi biliyordu. Ama sanki bir karabasandı bu. Düşünemiyor, ellerini çözemiyor, harekete geçemiyor, göz göre göre batıyordu. Bir sürü yardım eli vardı etrafta, ne kadar uzansa tutamıyordu hiçbirini. Parmakları bir arpacık boyu daha gidebilseydi, tutup kavrayacaktı oysaki. Tepesinde parlayan güneş bile yardımcı olacağına yarattığı sıcaklıkla bataklığın onu daha derine çekmesini sağlıyordu. Tüm dünya ona karşıydı sanki.

Çıkış yolu kendindeydi, evet... ama kendisi neredeydi?

Belki de tek yapması gereken aramaktan vaz geçmekti.

***

Şimdilerde yapmaya çalıştığım tek şey kendimi şu poşet gibi rüzgârın estiği yöne bırakabilmek. Nereye ait olduğumu, ne yapmam gerektiğini düşünmeden, hayatla savaşmaktan ziyade onunla dans etmeyi öğrenmek. İşte bu yüzden hikayem şimdilik yarım. Tamamlamak için izninizle yeni deneyimlere ihtiyacım var... 

Hepimizin hikâyelerinin güzel sonlanması dileklerimle…




11 Aralık 2014 Perşembe

2014 Biterken

Sizi bilmem ama ben 2014’ü hayatla mücadele ederek geçirmişim.

Hayat mücadelesi değil, hayatla mücadele

İnat ettim, kızdım, isyan ettim, teşekkür ettim, şükrettim, reddettim, yutkundum, unuttum.

Ben bu sene hayatla kavga ettim.

Darısı 2015’in başına. Umarım birbirimizle daha barışık oluruz!




Eşim evlendiğimizden beri çok inatçı olduğumu söyler, bense hep inkâr ederdim.

Hakkını yemişim sevgilim.

Ben basbayağı inatlaşıyorum.

Hem de öyle böyle bir inatlaşma değil; afacan bir ufaklık gibi banane banane diyerek, omuzlarımı indirip kaldırarak, yeri geldiğinde adeta yerlerde sürüklenerek, burnundan sümük kabarcığı fışkırtırcasına ağlayarak, kısacası delicesine inatlaşıyorum.

Hep güzellikler olsun istiyorum hayatımda. Çok mu?

İstediğim kariyere ulaşabileyim, istediğim zaman çocuk sahibi olabileyim, masallardaki gibi bir hamilelik geçireyim, hayalini kurduğum gibi bir çocuğum olsun, refah içerisinde yaşayayım, çikolata yiyerek de fit kalabileyim… Çok mu?

Okurken içinizden bir kahkaha attınız sanırım.

Evet, biliyorum, olmuyor.

Kazık yemeler, adaletsizlikler, şanssızlıklar, yenik düşmeler hepimizin salonlarının başköşesinde duruyor.

O başköşede ödüller, kupalar da var elbet. Galibiyetimizi hatırlamak güç veriyor bize.

Ama böyle oluyor işte arada. 

İnsan şükredemiyor. İsyan ediyor. Biraz daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor. Bir parçacık güzel habere muhtaç hissediyor.

Duyuyor musun beni 2015?

Lütfen güzelliklerle gel, iyi haberlerle, neşeyle, sürprizlerle gel.


İnan ki, yerlerde tepinip ağlamaya halim kalmadı!

Rumuz: Sevimli Keçi



5 Aralık 2014 Cuma

Anı Yaşamak mı Anı Anlamak mı?

Çok ufaktık tanıştığımızda.

Hatırlar mısın sevgilim, ICQ ve mIRC’ın hayatımızın önemli bir parçası olduğu yıllardı.

Bazı sesler vardı o döneme ait. ICQ açılırken çıkan vapur düdüğü, mesaj geldiğinde duyduğumuz “o-o” sesi, internete bağlanırken bilgisayarımızdan gelen kulak tırmalayan ses cümbüşü ve tabii ki hayatımızın fon müziği haline gelmiş Nirvana’dan “Come as you are”




Birbirimize karışık kaset doldurup hediye ettiğimiz, rüyalarımızda Converse ayakkabı gördüğümüz, en büyük derdimizin cool olmak olduğu yıllardı. 

O zamanlar nefret ettiğimiz tabirle birer ergendik ikimiz de.

Ben mIRC’ta bir kanalda “admin” olmuştum, havamdan geçinmiyordu. Okulda insanlardan uzak durmaya çalışan, misafir geldiğinde evde yokmuş numarası yapabilmek için tuvalete bile gitmeyen ben, sanal âlemde popüler olmanın keyfini çıkarıyordum.

Sonra sen geldin kanalıma. Hem kanalıma, hem hayatıma gelmişin meğer.

Sen de fark ettin mi sevgilim, insan hayatının dönüm noktası olan anları ancak çok sonraları geri dönüp baktığında anlayabiliyor.

Dedikleri gibi; hayat ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılırmış.

Birbirini hiç görmemiş iki yabancı her akşam saatlerce sohbet ediyorduk. Ben bu sürede kanalla ilgilenmediğimden kanalı hacker’lar basmış, elimden admin’liğimi almışlardı. Umurumda değildi elbet. Ben ergen bir erkek çocuğuydum.

Bir yandan içimdeki ses beni yiyip bitiriyordu. Biliyordum sonsuza dek böyle gidemezdi; illa ki bir gün tanışmamız gerekecekti. En azından bunu sen isteyecektin.

Gel gör ki, uzun bir süre sen de istemedin.

Zaten ayrı şehirlerdeydik.

Birbirimize itiraf etmemiş olsak da, buluşmamak için ikimizin de ikna olduğu hoş bir bahaneydi bu.

Tam 1 sene sonra cesaretimi toplayıp yanına geldim. Ankara bir günlüğüne o dillere destan kış ayazına ara vermiş, pırıl pırıl bir güneşle karşılamıştı beni. Zaten pespembe olan taş yanakların, beklenmedik güneşin ve heyecanının etkisiyle al al olmuştu. Bütün gün üstlerimizde ince birer montla o park senin bu park benim gezdikten sonra seni ve ışıl ışıl parlayan gözlerini bırakıp İstanbul’a dönmüştüm.

Sonrasında her şey çok hızlı ilerledi.

ÖSS tercihlerinde ilk on sıraya birden İstanbul’daki okulları yazarak ilişkimizi farklı bir seviyeye taşımıştın. O zamanlar ikimiz de bunun farkında değildik elbet. Hayatımızda neden’lerin, niçin’lerin çok yer almadığı yıllardı.

Böylece 5 seneyi daha beraber -daha doğrusu dip dibe- geçirdik.

Aynı lise yıllarımızdaki gibi kendimiz dışında pek kimsecikler yoktu etrafımızda. Meğer bizi bir arada tutan yalnızlığımızı paylaşmakmış, yine çok sonraları görebildim.

Mezun olduğumuz gibi evlenelim gitsin demiştik. Zaten yıllardır aynı evi paylaşıyoruz, ne fark edecek…

Ne kadar da kolay alınmış bir karardı.

Serde gençlik var, insan üzerinde durmuyor.

****
Şimdi ilk tanıştığımızın üzerinden 15 yıl geçmiş sevgilim.

Ne ICQ kalmış, ne mIRC.

“Zurna” artık sadece bir müzik aleti.

Kurt Cobain ölmüş.

Converse desen, İstiklal Caddesi’nden Abdi İpekçi Caddesi’ne terfi etmiş.

Ben mi?

Bense hayatımı geriye sarmaya başladım.

Ve anlamaya…

Artık serde ne ergenlik kalmış, ne gençlik.

Yerini olgunluk almış da diyemem ama bir şey var işte… O şey belki de farkındalık sadece.

Şimdi biz bir yol ayrımındayız demeyi çok isterdim sevgilim, inan. Fakat görüyorum ki biz yollarımızı çoktan seçmişiz.

Yine geç kalmışım tespit etmekte.

“Carpe Diem” diyip duruyoruz ya, “Anı Yaşa”. Bence onun yerine “Anlı Anla” demeli. Bilerek yaşa, farkına vararak, anlayarak yaşa…



****

15 yıl önce aynı noktadan başladığımız yolculuğumuzda hep farklı yönleri seçmişiz. Kafamı kaldırıp baktığımda seni çok uzaklarda görüyorum şimdi. Varla yok arası solgun bir gölge gibi el sallıyorsun bana uzak diyarlardan. Yüzünü bile zor seçiyorum.


Seni kendime çekmeye çalışıyorum, sevgilim. Ama o kadar çok kavşak kaçırmışız ki… Yeni dünya kadar uzağız birbirimize.

Ne yapmalı şimdi sevgili, sen söyle bana.

Ne sen 15 sene önceki sensin, ne ben.

Hala yeni bir başlangıç yapma şansımız varken kullanmalı mı? Yoksa birbirimize seslerimizi duyurmaya çabalayarak bir ömür geçirmeli mi? Sesimizi duyursak da anlayabilecek miyiz birbirimizi?

Peki ya ellerimiz? Uzaklardan birbirimize uzattığımız ellerimiz kavuşabilir mi? Kavuşsa da tutkuyla tutabilir mi birbirini dersin? Yoksa bir ömür boyu tutkudan da mı vazgeçeceğiz?

Biliyor musun sevgilim… Sen kucağıma yattığında saçlarını okşarken ateş almıyor ellerimi, sana sarılmak yakmıyor bedenimi. Dudaklarını ısırırcasına öpmedim bir kez bile olsun, canın acımasın diye.

Seni kendime çekmeyi başarsam bile, biliyorum ki gizli dünyamdaki hayallerimin başrol oyuncusu asla sen olmayacaksın. Üstünü parçalayıp soyacağım, dudaklarını koparırcasına öpeceğim kişi sen değilsin. Bu hayalin içine seni yerleştirme fikri bile utandırıyor beni, hatta kendimden iğrendiriyor.

Senelerdir kendime itiraf edememiştim ama artık biliyorum, çocuğum gibi seviyorum seni.

Dedim ya, çok ufaktık tanıştığımızda. Sen tek başına ayakta durmaktan korkan bir kız çocuğu olarak kaldın hep, bir sevgiliden çok güçlü bir babaydı aradığın. Bense babasız büyüdüğümden bu role soyunmaya pek hevesliymişim meğer.

Ve böylece birbirimizin pek çok şeyi olabilecekken, farkına varmadan baba-kız olduk sevgilim.

****

İşte tam da bu yüzden ayrılamayacağımızı içten içe biliyorum… Bir baba çocuğunu nasıl terk edemezse ben de terk edemeyeceğim seni.

Dünyaya yeni gelmiş bir bebek hayatta kalmak için nasıl çaresiz bakıyorsa annesinin gözlerinin içine, o bakışları hissediyorum gözbebeklerinde.

Elimi tut ve yamacıma gel sevgilim. Güzel yüzünü göreyim, yumuşak, sıcacık avuç içlerini hissedeyim ellerimde. Göğsüme yat ve o ilk tanışmamızdaki şarkıya kulak verelim. Bu sefer bambaşka hislerle…

Come as you are, as you were
As I want you to be
As a friend
As a friend

Biliyorum ki, içimdeki ses peşimi bırakmayacak hiçbir zaman. Emin misin diyecek bana sürekli. Susturacağım. Daha iyisi bana bir gömlek büyük diyeceğim ona. Değişiklik yapmak için çok geç diyeceğim. İnsan çocuğunu terk edebilir mi? diyeceğim.


Gel, baba-kız yolumuza devam edelim sevgilim. Ne de olsa Ateşli sevişmeler sadece filmlerde olur!