26 Eylül 2010 Pazar

Düğünlerin Vazgeçilmezi... Besame Mucho


Bir düğün vazgeçilmezi... Öyle ki, bu parça çalmadığı zaman dj’de bir problem olduğunu düşünür insan. Ben ne kadar dinlesem de bu parçadan nedense sıkılmıyorum. Her yaşa, her döneme, her kulağa hitap eden bir şarkı ve sanırım tam da bu nedenle klasikleşmeye hak kazanmış. Şarkı 1940 yılında Meksikalı Consulo Velazquez tarafından bestelenmiş.

Bu parçanın pek çok cover’ı olduğunu biliyorum, yine de yaklaşık 110 farklı sanatçı tarafından yorumlandığını görünce şaşırmadım desem yalan olur. Bu kadarını tahmin etmiyordum açıkçası! Besame Mucho’yu yorumlayan sanatçılar arasında Andrea Bocelli, The Beatles, Cesaria Evora, Charles Aznavour, Chris Isaac, Elvis Presley, Frank Sinatra, Nana Mouskouri, Nat “King” Cole, Sarah Brightman bulunuyor.

Dünyaca ünlü sanatçıların çoğunun yorumladığını görünce aklıma bir benzerlik geldi. Türkiye’de sahneye çıkan her sanatçının yorumladığı bazı parçalar vardır hani, “garanti” olarak bakarlar. Tempo biraz düştü mü, insanlar sıkıldı mı, hemen bu parçalar devreye girer. Seyircilerin genci, yaşlısı tümü bu parçayı bildiğinden sanatçıyı kurtarıverir. Farklı müzik türlerinden örnek verecek olursak,

Türk sanat müziği konserlerinde sıkılan gençler için “Çile Bülbülüm”

Pop müziği konserlerinde sıkılan anne-babalar için “Ajda Pekkan’dan Bambaşka Biri”

Düğünlerde dans pisti boşaldığı zaman gelinin suratında oluşan panik ifadesini ortadan hemen kaldırmak için “Osman Ağa ya da Fatih Ürek’ten Hadi Hadi Hadi”

Eminim çoğumuz için geçerlidir bu. Mesela ben Türk Sanat Müziği’nden pek hoşlanmasam da, Çile Bülbülüm’ü zevkle dinleyebiliyorum. Göbek havasını sevmesem de Hadi Hadi Hadi’de yerimde duramıyorum. Ajda Pekkan’dan Bambaşka Biri’ni dinlerken sözlere eşlik etmeden duramıyorum…

Kısacası herkese hitap ediyor olması sebebiyle bir anda ortamdaki birbirinden farklı tüm insanları ortak bir paydada buluşturabilen parçalardan söz ediyorum… Zaten müziğin en güzel özelliği bu değil mi? Pek çok konuda fikir ayrılığı yaşayan insanlar ortak bir zevki müzik yoluyla paylaşabiliyorlar…

Besame Mucho’nun da bu mantıkla 110'dan fazla şarkıcı tarafından konserlerde yorumlanmış olabileceğini düşünüyorum.

Oy Puşilim



Karadeniz türküsü deyince insanların aklına hep Maçka Yolları Taşlı, Oy Nurcanum gibi hareketli türküler gelir. Oysa Karadeniz'in duygusal aşk türküleri de vardır. Özellikle Kazım Koyuncu sayesinde son zamanlarda bu türküler bilinirlik kazandı. Ben de Şevval Sam ile yaptıkları düetleri severek dinliyorum.

Burda paylaştığım başka bir Karadeniz aşk türküsü: Oy Puşilim
Gökhan Birben'den dinlemenizi tavsiye ederim.

yarim basma çimene bulurlar izimizi
karışalım dumana yıttı sansınlar bizi

oy beni dertler beni
tulum öldürdü beni
bulamadım hemşinde oy
gönlümce bir seveni

evvel gonca gülüydüm
şimdi sararıp soldum
bana yar olmadın da oy
ele kul köle oldun

oy beni dertler beni
tulum öldürdü beni
bulamadım hemşinde oy
gönlümce bir seveni

oy pusili sevdiğim
aldı beni bir darlık
gülmedi yüzümüze
bu gaybana sevdalık

oy beni dertler beni
tulum öldürdü beni
bulamadım hemşinde oy
gönlümce bir seveni

Puşi, Karadeniz'in geleneksel örtüsüdür. Aslında genel olarak Doğu illerinin tümünde buna benzer örtüler vardır. Örneğin daha çok Doğu ve Güney Doğu Anadolu'da erkeklerin taktığı siyah-beyaz örtüye de puşi deniyor. Hatta geçtiğimiz sene bu puşiler moda olmuştu ve İstanbul'da pek çok kişinin aksesuar olarak kullandığına şahit olmuştum.

Karadeniz'deki puşi ise bundan farklıdır. Öncelikle sadece kadınlar takmaktadır ve 2 farklı örtüden oluşur. Biri baş örtüsü şeklinde bağlanan tek renkli bir örtüdür. İkincisi ise alına bağlanan alacalı renkli bir örtüdür.

Bu türkünün sözlerinde puşi dışında Karadeniz'e özgü olan bir şeye daha dikkat çekmek istiyorum. "Aldi beni bir darlık" cümlesi... Karadeniz'de sıkıldım, bunaldım anlamında genellikle "darlandım" denir. Karadeniz'e giderseniz sık bu kelimeyi sık sık duyabilirsiniz.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Kaputaş vs Ölüdeniz




Son 4 senedir her yaz 3-4 günlüğüne de olsa Ölüdeniz’e gider oldum. Bir deniz-sever olarak tatilde en önem verdiğim şey denizin güzel olması. Zaten yemeklere, otel odalarına ve konfora daha çok önem veriyor olsam Ölüdeniz’e bir daha gitmezdim! Tamamen bir İngiliz kasabasına dönüşmüş olan bu beldede Türkler için neredeyse hiçbir şey yok. Tüm yemekler, içecekler, eğlenceler İngilizler düşünülerek yapılmış.

Sabah kahvaltı etmek isteseniz, her yerde meşhur “English Breakfast”. Türk kahvaltı kültürüne o kadar ters ki, isteseniz bile yiyemezsiniz. Kahvaltı ardından akşama kadar bira içiyorlar. Akşamları ise sadece et-tavuk-balık ve tabii ki tanında kızarmış patates yiyorlar. Damak tadıma bundan daha uzak bir mönü bilmiyorum!

Akşam eğlencesi deseniz İngilizler öyle dans etmekten falan hoşlanmıyor. Barda oturup bira ya da kokteyl içip sohbet ediyorlar. Otellerine gelirsek, fiyat-performans eğrisinin altlarında olduklarını söyleyebilirim.

Ama ben tüm bunlara rağmen azimle her sene Ölüdeniz’e gidiyorum. Neden? Tabii ki deniz!! Lagun doğal tabiat parkı haline getirilmiş. Bu nedenle doğayla içiçesiniz. Ardınızda ağaçlar, yeşillikler, önünüzde masmavi bir deniz. Yemek yerken yanınızda ördekler, horozlar… Ayırca giriş ve şemsiye-şezlong paralı olduğundan fazla kalabalık olmuyor. Bu nedenle lagun temiz tutulabiliyor. Lagun’a motorlu araçların girmesi de yasaklanmış.

Bu sene geleneksel Ölüdeniz ziyaretimi yapmadan önce Kaş’a da gittim. Kaş için ayrı bir post hazırlayacağım çünkü şu ana kadar gittiğim en keyifli tatil mekanıydı.

Fakat önce biraz Kaputaş’tan söz etmek istiyorum. 2010 yılının en seksi plajı kabul edilen bu plaja büyük bir merakla gittim. Gerçekten denizi rengi çok güzeldi. Fakat deniz çok dalgalı olduğundan en fazla 10 dakika girebiliyorsunuz ve doyasıya yüzemiyorsunuz. Etrafta hiçbir tesis olmadığından mayonuz kuruduğu gibi sıcaktan yanmaya başlıyorsunuz. Susasanız, karnınız acıksa çare yok! Dolayısıyla denizi izleyip, bir dalıp çıkıp keyfine varamadan mecburen ayrılıyorsunuz. Tabii bir de, gelirken indiğiniz 192 basamağı geri çıkıyorsunuz!

Kaputaş’ın çok methedilen rengi güzeldi evet ama ben deniz olarak tercihimi Ölüdeniz’den yana kullanıyorum. Deniz dışındaki herşey için, tabii ki Kaş..!

Sardes



Photoshop rötuşları nedeniyle %100 doğal olmasalar da Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğraflarını beğeniyorum. Özellikle “Turkey Cinemascope” oldukça güzel bir çalışma. Cinemascope’daki fotoğraflardan biri Manisa Salihli ilçe sınırlarında bulunan Sardes antik kenti. Ben de 2009 Kasım’ında Sardes’i ziyaret etmiştim.

Sardes, Lidya Devleti’ne başkentlik yapmış antik bir kenttir ve paranın ilk basıldığı yer olduğu söylenir.

N. B. Ceylan’ın bu fotoğrafı tasarlanmış bir fotoğraf. Bir defa antik kentin girişi diğer tarafta, yani özellikle çekim yapılmak için kentin arkasına geçilmiş. Ayrıca orada koyunların otluyor olduğunu da pek sanmıyorum! Koyunlar ve çoban oraya yerleştirilerek fotoğraf çekilmiş. Zaten çobanın elinde şemsiye olmasından bunun doğal bir fotoğraf olamayacağını anlıyoruz. Yani fotoğrafçılıkta benim asıl hoşuma giden “o anı yakalama” kullanılmamış. Fakat yine de bu fotoğrafın güzelliğinden hiçbir şey götürmüyor, çok başarılı bir kompozisyon olduğunu düşünüyorum.

23 Eylül 2010 Perşembe

Invictus


Geçen gün otobüsteyken birinin kolunda gördüğüm dövme ilgimi çekti. “I am the master of my fate, I am the captain of my soul” yazıyordu. Bana bir yerlerden tanıdık gelen bu dizelerin sahibi İngiliz şair Ernest Henley imiş. Henley, kemik tüberkülozu geçirdiği için bir bacağını kaybetmek zorunda kalmış ve bu şiiri 25 yaşındayken hasta yatağında yazmış.

Ben de şu an 25 yaşındayım ama bu kadar güzel bir şiir yazabileceğimi sanmıyorum. Tabii ki yeteneğin büyük payı var, ama bu kadar üretici ve başarılı insanların genelde hayatlarında en azından bir dram/travma yaşadıklarını düşünürsek sanırım yetenek tek başına yeterli olmuyor!

Ek bilgi; Invictus Latince'de “yenilmez” anlamına geliyor…

Out of the night that covers me,
Black as the pit from pole to pole,
I thank whatever gods may be
For my unconquerable soul.
In the fell clutch of circumstance
I have not winced nor cried aloud.
Under the bludgeonings of chance
My head is bloody, but unbowed.
Beyond this place of wrath and tears
Looms but the Horror of the shade,
And yet the menace of the years
Finds and shall find me unafraid.
It matters not how strait the gate,
How charged with punishments the scroll,
I am the master of my fate:
I am the captain of my soul
.

21 Eylül 2010 Salı

Bu Çılgınlığın Adı Spinning!


Haftada 2-3 kez spor salonuna gitmeye çalışıyorum. Yoğun bir çalışma tempom olduğundan bütün gün oturarak çalışsam da akşamları yine de fiziksel yorgunluk çekiyorum. Buna rağmen eve gidip ayaklarımı uzatıp yatmak yerine spora gitmek için kendimi motive etmeye çalışıyorum. Bazı günler evde yatma fikrinin üstün geldiği tabii ki oluyor!

Spor kulübünde bir çılgınlık yaşanıyor, bunun adı Spinning!

Akşamüzeri 18:30-21:30 arası 45 dakikalık derslerden toplam 3 seans yapılıyor. Yani sadece hafta içinde 15 adet spinning dersi var. Haftasonu ise sanırım toplam 5-6 ders veriliyor. Tabii ki merak edip bu derslere ben de girdim.

Eğer uzun süredir spor yapmıyorsanız en az 1 ay düzenli spor sonrasında spinning yapmanızı öneriyorum. Zira ham bünyelerde etkileri pek ağır olabiliyor.

Dışarıdan baktığınızda yüksek sesli müzik eşliğinde sürekli artan ve yavaşlayan bir tempoda kendinden geçmiş şekilde pedal çevirerek yerinden hareket etmeyen bir insan topluluğu görüyorsunuz. Buna anlam veremeyebilirsiniz. Hatta insanlara dikkatli baktığınızda bazılarının yüzünün terden kızarmış, morarmış, sular içinde kalmış olduğunu görebilirsiniz. Bazılarının suratında kendini zorlamanın verdiği haz varken, bazıları popo-bacak-kalça ağrısından ekşimiş bir ifade takınmış olabiliyor. Kısacası dışardan izlemesi bile eğlenceli ve değişik bir spor!

Dersi veren hoca müzik seçimini iyi yapıyor, mola zamanlarını iyi ayarlıyor ve motivasyon sağlayabiliyorsa bu derse doyum olmuyor. Ben şahsen sadece haftada 1 yapabiliyorum, ama spor salonuna sadece spinning için gelen, haftada 5 kez derse giren bazı arkadaşlarım var. Kondisyonlarına hayran kalmakla beraber, “Kalsın, ben almayayım!!” diyorum…

It's a very vey...Mad World


Bu parça için bir şey yazmakta çok zorlandım. Sadece dinlemeli ve bizi götürdüğü yerlerde bulmalıyız kendimizi…

All around me are familiar faces
Worn out places, Worn out faces
Bright and early for the daily races
Going nowhere, Going nowhere
Their tears are filling up their glasses
No expression, No expression
Hide my head I want to drown my sorrow
No tomorrow, No tomorrow

And I find it kind of funny, I find it kind of sad
These dreams in which i'm dying, Are the best I've ever had
I find it hard to tell you, I find it hard to take
When people run in circles it's a very very
Mad World, Mad World

Enlargen your world

Kanadalı Müzisyenler


Bugün 1960’larda geçen Öyle Bir Geçer Zaman ki dizisini izliyordum. Dizide ailenin en ufak çocuğu olan Osman karakteri beni ekrana kilitliyor.

Bir parti sahnesinde 60’larda ünlenmiş olan You Are My Destiny parçası çalıyordu. Parçanın Paul Anka’ya ait olduğunu düşündüm ve emin olmak için araştırdım. Doğru biliyormuşum. Bilmediğim şey ise Paul Anka’nın Kanadalı olduğuydu.

Bunun üzerine Kanadalı artistleri araştırdım ve bu ülkede her tarzda ve dönemde dünyaca kendinden söz ettirmiş başarılı artistler doğmuş olduğunu gördüm. Biraz şaşırdım zira hepsinin adını duymuştum fakat çoğunun Kanadalı olduğunu bilmiyormuşum.

İşte bazı meşhur Kanadalı müzisyenler ve hit oldukları seneler

1950 ve 1960’lar: Paul Anka, Leonard Cohen
1970’ler: Neil Young
1980’ler: Celine Dion
1990’lar: Bryan Adams, Alanis Morissette, Loreena McKennitt
2000’ler: Nelly Furtado, Avril Lavigne, Nickelback

20 Eylül 2010 Pazartesi

Tracy Chapman


Tracy Chapman da beni sesinin güzelliğiyle etkileyen şarkıcılardan. Chapman, Dünyaca bilinen en meşhur şarkısı Fast Car ile pek çok Grammy kazanmakla beraber, Rolling Stone dergisinin 2004 yılında yayınladığı “500 Greatest Songs of All Time” listesine en yüksek sıradan giren kadın şarkıcı olmuş.

Tracy Chapman’ı ilk dinlerken ben de pek çok insanla aynı yanılgıya düşüp bir erkek sesi olduğunu düşündüm. İkinci olarak bu sesi Tanita Tikaram ile karıştırma yanılgısına düştüm. Twist In My Sobriety şarkısıyla ünlenmiş olan bu İngiliz pop şarkıcısının da erkeksi bir sesi vardır. (Look my eyes are just holograms/Look your love has drawn red from my hands/From my hands you know you'll never be/More than twist in my sobriety)

Zamanla tüm yanılgılarımdan arındım ve Tracy Chapman’ı keşfe çıktım. Dinledikçe bir kadına ait olan bu erkeksi ses bana daha fazla keyif vermeye başladı. Her şarkıda kendimi başka bir dünyada buldum sanki. Albümün sonuna geldiğimde hayallerim içinde kaybolmuştum. Dünyaya dönüşüm, yanlışlıkla playlist’imin sonuna eklediğim Tanita Tikaram şarkısıyla oldu ve o an bu iki sesi nasıl birbirine benzetmiş olduğuma şaştım. Chapman’ın sahip olduğu erkeksi tını beni hiç rahatsız etmiyor, hatta melodiyi güçlendiriyor ve beni uzaklara götürüyordu. Fakat aynı tını Tikaram’ın sesini mekanikleştirmekten öteye gidemiyordu…

Chapman’dan dinlemeye doyamadığım diğer şarkılar arasında Baby Can I Hold You, Give Me One Reason ve For My Lover geliyor…

Wicked Game vs. Smelly Cat


Geçtiğimiz günlerde televizyonda bir anda karşıma çıkıverdi…O efsanevi şarkı ve o efsanevi klip… Chris Isaac’ten Wicked Game! Chris Isaac deyince aklıma ilk bu şarkı ve o siyah-beyaz klip gelir. 1989 yapımı bu romantik klipte Chris Isaac top model Helena Christensen ile bir sevgiliyi oynamıştır.

Şarkının can alıcı melodisinin yanısıra, sözleri de insanı delip geçmektedir. Hepsinden öte bu şarkıyı bu şarkı yapanın Chris Isaac’in sesi olduğunu düşünüyorum. Aynı şarkıyı HİM adlı rock grubu yorumlamıştı; fakat pek çok rock cover’ında olduğu gibi ben şarkıdan aynı hissi alamadığımı söylemeliyim.

What a wicked game you play
To make me feel this way
What a wicked thing to do
To let me dream of you
What a wicked thing to say
You never felt this way
What a wicked thing to do
To make me dream of you
And I don't wanna fall in love


Birkaç dakika daha düşündüğümde Isaac’in takdire değer başka pek çok şarkısı olduğu aklıma geliyor. Mesela yine efsaneleşmiş bir şarkı olan 1995 yapımı Baby Did a Bad Bad Thing. Isaac bu şarkının klibinde geleneği bozmayıp yine bir top model Laetitia Casta ile oynamıştır. Bu şarkı ayrıca 1999 Stanley Kubrick yapımı Eyes Wide Shut filminin soundtrack’i olarak kullanılmıştır.

Isaac’in yorumladığı şarkılardan konu açılmışken, kendisinin Friends’in bir bölümünde oynadığını ve Phoebe’nin meşhur şarkısı Smelly Cat’i de yorumlamış olduğunu atlamamak gerek!

Her ne kadar Chris Isaac'in kadife sesini dinlerken huzur bulsam da, bu ritüeli pek uzun tutmamaya özen gösteriyorum. Yeni başlayanlar için uyarı, Chris Isaac'i belli bir süre üzerinde dinlendiğinizde içinizdeki huzurun hüzüne dönüştüğünü hissedebilirsiniz!

Grisham Tutkusu!


Yeni takıntım İngilizce Bestseller okumak. Özellikle yaz dönemi için bu takıntıyı herkese tavsiye ediyorum. Benim gibi bir zamanlar İngilizce öğrenmişseniz ama işiniz sebebiyle artık kullanmadığınız için unutacağınızdan korkuyorsanız, bu romanlar tam size göre. Edebi metinler olmadığından okumakta sıkıntı çekmiyorsunuz. Ayrıca sürükleyici olduklarından kısa sürede kitabı bitirip kendinizle gurur duyabilirsiniz!

İngilizce bestseller okumaya tabii ki işin üstadı John Grisham’dan başladım. John Grisham toplam 24 kitap yazmış ve bunların 8 tanesi sinemaya aktarılmış. Kendisi uzun seneler avukatlık yaptığı için kitaplarının tamamı yasal konuları içeriyor. Okurken kitapta sık yer alan birkaç hukuki terim için sözlüğe baktığımı itiraf etmeliyim.

Yazarın sinemaya aktarılan romanları şöyle;

The Firm (1993)
The Pelican Brief (1993)
The Client (1994)
A Time to Kill (1996)
The Chamber (1996)
The Rainmaker (1997)
The Runaway Jury (2003)
Christmas with the kranks (2004)

Ben bu filmlerin hepsini duymuş ve çoğunu izlemiştim. Kitapların filmlerden her zaman daha iyi olduğuna inanan biri olarak bir John Grisham kitabına başlamaya karar verdim ve elime “The Client”’ı aldım. Kitaba bir iş seyahatinde başladım. Uçağı beklerken başladım ve uçuş esnasında da elimden bırakamadım. Akşam otele gittiğimden son derece bitkin olmama rağmen 10 sayfa da olsa okumalıyım diye düşünerek yine kendimi Reggie Love ve Mark Sway’in hikayesini okurken buldum. Kitabı bitirdikten sonra bir kez daha romanların sinema uyarlamalarından daha çok tat verdiğine emin oldum.

Romanı çok beğendiğim için hemen bir Grisham kitabı daha okumak için kollarıu sıvadım ve The Runaway Jury’ye başladım. The Client kadar hızlı okuyamasam da yine elimden bırakamadığım güzel bir hikayeydi. Şimdiki hedefim ise 1993 yapımı filminde Tom Cruise’un oynadığı The Firm kitabını okumak…

Korku Devleti


Bugünlerde State of Fear isimli bir roman okuyorum. Kitap Türkçe’ye Korku Devleti olarak çevrilmiş; fakat başlık hem Korku Devleti, hem Korku Durumu olarak yorumlanabilir. Kitabın yazarı Michael Crichton, Jurassic Park ve cnbc-e’de yayınlanan ER isimli dizinin yaratıcısı.

Romandaki ana fikir insanların tarih boyunca korku ile yönetildikleri. Yazarın dediğine göre; önceki çağlarda savaşlar vardı ve insanlar savaşta ölmekten ya da sevdiklerinin öldürülmesinden korkuyorlardı. Dolayısıyla savaş olmaması için ne yapılması gerekiyorsa gözleri kapalı yaparlardı. Çağımız ilerledikçe sıcak savaşlar azaldı ve insanları yönetmek için farklı korku arayışları oldu. Soğuk savaşlar, salgın hastalıklar, (deli dana, kuş gribi, domuz gribi vb) nükleer silahlar ve tabii ki terör insanları yönetmek için kullanılan birer araç oldu.

Düşünüyorum da bu konuların hepsi gerçekten gündemimizde geniş yer kapladı ve içimize bir korku saldı. Bu korkunun esiri olup onun aracılığıyla yönetildik mi? Bu düşündürücü bir konu. Ama çoğumuzun bildiği gibi pek çok teorist Amerika’nın 11 Eylül’ü kendisinin planladığını, insanların içine terör korkusu salarak savaşı kabul edilebilir kıldığını savunuyor.

Sizi bilemem ama içinde bulunduğumuz bu modern çağda savaş açıp gerek kendi askerlerinin gerek sivil insanların ölmesine göz yuman ve bunu savunan bir başkanın iki kez ard arda seçilmesi, benim nezdimde korku devleti fikrini pekiştiriyor.