1 Aralık 2011 Perşembe

Midnight in Paris


Bu haftasonu Midnight in Paris filmini izledik.

Woody Allen’ın beğendiğim bir yönetmen/sanatçı olduğunu söyleyemem; fakat bu film diğerlerine nazaran daha az Woody Allen kokuyordu ve bu nedenle tahmin ettiğimden daha çok beğendiğimi itiraf etmeliyim.

Filmin eleştriye açık noktalarından birinin oyuncu seçimi olduğunu düşünüyorum.

Filmde Adriana’yı oynayan Marion Cotillard’ı bir önceki hafta La Mome filmindeki Edith Piaf canlandırmasında izlemiş ve çok beğenmiştim. Ana karakter olan Gil’i canlandıran Owen Wilson’ı ise komedi filmlerinden tanıyordum.

Wilson’ın karakteri tam olarak özümseyemediğini ve film boyunca ana karakter Gil’in etrafında dolaştığını düşünüyorum. Cotillard ise tam tersine rolünün hakkını vermiş ve karakteri ile özdeşleşmiş.

Pek iyi olmayan oyunculukların, filmin düşündürücü ve ilginç konusunu gölgelediğini düşünüyorum.

Film; insanların hangi dönemde yaşarsa yaşasınlar bir önceki döneme öykünmelerini ve bulundukları andan başka bir anda yaşamaya özenmelerini konu alıyor.

Nazım Hikmet bu konuyu çok güzel bir şiirinde işlemişti. Şair, filmdekinin aksine gelecek insanına öykündüğünü belirtse de, ben şairin kinaye yaparak aslında geçmişe olan özlemini dile getirmek istediğini düşünüyorum. Yoruma açıktır…

Yirminci Asra Dair

Uyumak şimdi,
uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim...

Hayır,
kendi asrım beni korkutmuyor
ben kaçak değilim.

Asrım sefil,
asrım yüz kızartıcı,
asrım cesur,
büyük
ve kahraman.

Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman.
Ben yirminci asırlıyım
ve bununla övünüyorum.
Bana yeter
yirminci asırda olduğum safta olmak
bizim tarafta olmak
ve dövüşmek yeni bir âlem için...

Yüz yıl sonra, sevgilim...

Hayır, her şeye rağmen daha evvel.
Ve ölen ve doğan
ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem),
senin gözlerin gibi, Hatçem,
güneşli olacaktır...