26 Aralık 2014 Cuma

ŞANGIIIRRRTTTTTTTTTTT

Koskoca cam tuzla buz olmuş, irili ufaklı kırıkları ta salona kadar yayılmıştı.

Ötesini düşünmeden koskoca poposunu koyuverdi cam kırıklarının içine.

Hatta ellerimi de yere bastırayım, belki birkaç parça batar!



Kendine zarar verecek seviyeye ne zaman gelmişti?

Hayat öyle bir akıp gidiyor ki insan nasıl olduğunu fark etmeden farklı yerlerde bulabiliyor kendini.

Küçüklüğünden beri bir gün kafayı yiyeceği aklının bir köşesinde vardı. Hep uzak bir olasılıktı sanki. Olmazdı işte. Bugüne dek hep bir şekilde sahip çıkabilmişti aklına.

Şimdi ise söz geçiremiyordu.

Ve en kötüsü, ne ara bu hale geldiğinin farkında değildi.

Oturdu o kırıkların arasında hüngür hüngür ağladı. O kadar içten bağırıyordu ki boğazlarının şiştiğini hissetti. Göğsü yanıyor, elleri titriyordu.

Kendini çok mutlu hissettiği, zıplaya hoplaya mis gibi yemekler pişirdiği turuncu renkli mutfağı can kırıklarıyla dolu bir cehenneme dönmüştü şimdi.

Gözyaşı stresi azaltır derler. Genelde ağladıktan sonra insanlara bir rahatlama gelmesinin sebebi de budur. Onun stresi ise katlanarak artıyordu. Çünkü biliyordu ki ağlamak hiçbir şeyi düzeltmeyecek, içindeki canavarı susturmayacaktı.

Hangi canavar derseniz, olumsuz düşünce canavarı. İsmi Karanlık olsun.

Normalde arada bir kafasını çıkarır burnunu bazı işlere sokardı Karanlık. İlk defa bütünüyle beni esir alıyor. Ondan kurtulamıyorum. Sanki ellerimi kollarımı bağlamış, sağlıklı düşünmemi engellemiş, karabasan gibi üzerime çökmüş.

Bu hale nasıl geldiysem aynı yoldan geri döner çıkarım diye düşündü.

Ah… nasıl geldiğini bir bilseydi!

Sanki gözlerimi bağlayıp bir arabaya bindirmiş, Karanlık’ın kucağına atıvermişler beni. Sonra da kaçıp gitmişler arkamdan gülerek. Elveda!! Ha-ha-ha!!



Boğuluyorum burada. Adeta bir bataklık. Çıkmaya çalıştıkça batıyorum, batıyorum… bu kırık camlar mı kurtaracak beni? Düşman eli onlar. Cafcaflı gözüküyorlar, parıltılılar. Biliyorum, dışarı çıkmak için onlara tutunursam kesecekler her yerimi. Hatta bazıları sinsice derimin altından bedenime girecek, tüm organlarımı gezerek hepsini zehirleyecek ve ardından içimde eriyerek tüm ruhuma işlemiş olacaklar.

Kuvvetli bir hayal gücü bu tür kriz anlarında öyle bir dezavantajdır ki, sırf gözünde canlananlar bile insanı en derinlere iteklemeye yeter.

Hayır, çekilin cam parçaları!

Hızlıca eline bir süpürge aldı ve etrafı temizledi. Kırıklarından kurtuldu.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.

Öyle bir dayak yemişti ki, düşünemiyordu.

Hayatı hep bu kadar kötü müydü yoksa şimdi mi gözüne batıyordu her şey? Bir aydınlanma mı yaşıyordu, aksine karanlığa doğru hızlı bir serbest düşüş mü? Kafasında dolananlar şeytan mıydı yoksa ona doğru yolu göstermeye çalışan melekler mi? Teslim olmalı mıydı bu delilik haline, ardına bakmadan kaçmalı mı? Oturup sabır mı etmeliydi, hemen ayağa kalkıp harekete mi geçmeli?

Ne yapmalı? Ne düşünmeli? Bu sarmaldan nasıl çıkmalı?

Her şey gerçekten göründüğü kadar karanlık mıydı yoksa hepsi sadece bakış açısından mı ibaretti? Gerçekten talihsiz miydi yoksa kendine haksızlık mı ediyordu? Hem talihsizlik diye bir şey var mıydı, insan kendi şansını kendi mi yaratırdı? Hayatımızın ne kadarına hükmedebiliyorduk özgür iradeyle? Hatta… özgür irade diye bir şey var mıydı?

Kırıkları temizlemesinin üzerinden beş dakika geçmemişti ki, vurup kırma hissi aynı şiddetle tekrar geldi. Kırılabilecek başka cam olsa onu da kırardı. Allahtan dolaptaki tabaklar o an aklına gelmedi.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.



Düşünüp çözmek istiyor, başaramıyor, sürekli kafası dağılıyordu. Kahretsin, odaklanamıyorum!

Önce çabalamaktan vazgeçti. Belki bir süre bu bataklıkta kalması gerekiyordu. Belki bu deneyimi edinmesi gerekiyordu. Yarın yeni bir gündü, her şey çok farklı olabilirdi.

Ve böyle sabahlar, öğlenler, akşamüzerleri, geceler geçti.

Her gün yeni bir gündü ama hiçbir şey farklı olmuyordu.

Sabır diyordu, sabır. Sabırla ilgili söylenmiş, onu öven o kadar çok söz vardı ki, elbet bir değeri olmalıydı.

Uzun süre sabretti. Ya da uzun süre sabrettiğini düşündü, belki de aslında çok kısa bir süreydi bu.

Sabretmek bu sefer de hiçbir şey yapmamak gibi geldi, kendini suçlu hissetti.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.

Çıkış yolu kendindeydi, bunu çok iyi biliyordu. Ama sanki bir karabasandı bu. Düşünemiyor, ellerini çözemiyor, harekete geçemiyor, göz göre göre batıyordu. Bir sürü yardım eli vardı etrafta, ne kadar uzansa tutamıyordu hiçbirini. Parmakları bir arpacık boyu daha gidebilseydi, tutup kavrayacaktı oysaki. Tepesinde parlayan güneş bile yardımcı olacağına yarattığı sıcaklıkla bataklığın onu daha derine çekmesini sağlıyordu. Tüm dünya ona karşıydı sanki.

Çıkış yolu kendindeydi, evet... ama kendisi neredeydi?

Belki de tek yapması gereken aramaktan vaz geçmekti.

***

Şimdilerde yapmaya çalıştığım tek şey kendimi şu poşet gibi rüzgârın estiği yöne bırakabilmek. Nereye ait olduğumu, ne yapmam gerektiğini düşünmeden, hayatla savaşmaktan ziyade onunla dans etmeyi öğrenmek. İşte bu yüzden hikayem şimdilik yarım. Tamamlamak için izninizle yeni deneyimlere ihtiyacım var... 

Hepimizin hikâyelerinin güzel sonlanması dileklerimle…




11 Aralık 2014 Perşembe

2014 Biterken

Sizi bilmem ama ben 2014’ü hayatla mücadele ederek geçirmişim.

Hayat mücadelesi değil, hayatla mücadele

İnat ettim, kızdım, isyan ettim, teşekkür ettim, şükrettim, reddettim, yutkundum, unuttum.

Ben bu sene hayatla kavga ettim.

Darısı 2015’in başına. Umarım birbirimizle daha barışık oluruz!




Eşim evlendiğimizden beri çok inatçı olduğumu söyler, bense hep inkâr ederdim.

Hakkını yemişim sevgilim.

Ben basbayağı inatlaşıyorum.

Hem de öyle böyle bir inatlaşma değil; afacan bir ufaklık gibi banane banane diyerek, omuzlarımı indirip kaldırarak, yeri geldiğinde adeta yerlerde sürüklenerek, burnundan sümük kabarcığı fışkırtırcasına ağlayarak, kısacası delicesine inatlaşıyorum.

Hep güzellikler olsun istiyorum hayatımda. Çok mu?

İstediğim kariyere ulaşabileyim, istediğim zaman çocuk sahibi olabileyim, masallardaki gibi bir hamilelik geçireyim, hayalini kurduğum gibi bir çocuğum olsun, refah içerisinde yaşayayım, çikolata yiyerek de fit kalabileyim… Çok mu?

Okurken içinizden bir kahkaha attınız sanırım.

Evet, biliyorum, olmuyor.

Kazık yemeler, adaletsizlikler, şanssızlıklar, yenik düşmeler hepimizin salonlarının başköşesinde duruyor.

O başköşede ödüller, kupalar da var elbet. Galibiyetimizi hatırlamak güç veriyor bize.

Ama böyle oluyor işte arada. 

İnsan şükredemiyor. İsyan ediyor. Biraz daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor. Bir parçacık güzel habere muhtaç hissediyor.

Duyuyor musun beni 2015?

Lütfen güzelliklerle gel, iyi haberlerle, neşeyle, sürprizlerle gel.


İnan ki, yerlerde tepinip ağlamaya halim kalmadı!

Rumuz: Sevimli Keçi



5 Aralık 2014 Cuma

Anı Yaşamak mı Anı Anlamak mı?

Çok ufaktık tanıştığımızda.

Hatırlar mısın sevgilim, ICQ ve mIRC’ın hayatımızın önemli bir parçası olduğu yıllardı.

Bazı sesler vardı o döneme ait. ICQ açılırken çıkan vapur düdüğü, mesaj geldiğinde duyduğumuz “o-o” sesi, internete bağlanırken bilgisayarımızdan gelen kulak tırmalayan ses cümbüşü ve tabii ki hayatımızın fon müziği haline gelmiş Nirvana’dan “Come as you are”




Birbirimize karışık kaset doldurup hediye ettiğimiz, rüyalarımızda Converse ayakkabı gördüğümüz, en büyük derdimizin cool olmak olduğu yıllardı. 

O zamanlar nefret ettiğimiz tabirle birer ergendik ikimiz de.

Ben mIRC’ta bir kanalda “admin” olmuştum, havamdan geçinmiyordu. Okulda insanlardan uzak durmaya çalışan, misafir geldiğinde evde yokmuş numarası yapabilmek için tuvalete bile gitmeyen ben, sanal âlemde popüler olmanın keyfini çıkarıyordum.

Sonra sen geldin kanalıma. Hem kanalıma, hem hayatıma gelmişin meğer.

Sen de fark ettin mi sevgilim, insan hayatının dönüm noktası olan anları ancak çok sonraları geri dönüp baktığında anlayabiliyor.

Dedikleri gibi; hayat ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılırmış.

Birbirini hiç görmemiş iki yabancı her akşam saatlerce sohbet ediyorduk. Ben bu sürede kanalla ilgilenmediğimden kanalı hacker’lar basmış, elimden admin’liğimi almışlardı. Umurumda değildi elbet. Ben ergen bir erkek çocuğuydum.

Bir yandan içimdeki ses beni yiyip bitiriyordu. Biliyordum sonsuza dek böyle gidemezdi; illa ki bir gün tanışmamız gerekecekti. En azından bunu sen isteyecektin.

Gel gör ki, uzun bir süre sen de istemedin.

Zaten ayrı şehirlerdeydik.

Birbirimize itiraf etmemiş olsak da, buluşmamak için ikimizin de ikna olduğu hoş bir bahaneydi bu.

Tam 1 sene sonra cesaretimi toplayıp yanına geldim. Ankara bir günlüğüne o dillere destan kış ayazına ara vermiş, pırıl pırıl bir güneşle karşılamıştı beni. Zaten pespembe olan taş yanakların, beklenmedik güneşin ve heyecanının etkisiyle al al olmuştu. Bütün gün üstlerimizde ince birer montla o park senin bu park benim gezdikten sonra seni ve ışıl ışıl parlayan gözlerini bırakıp İstanbul’a dönmüştüm.

Sonrasında her şey çok hızlı ilerledi.

ÖSS tercihlerinde ilk on sıraya birden İstanbul’daki okulları yazarak ilişkimizi farklı bir seviyeye taşımıştın. O zamanlar ikimiz de bunun farkında değildik elbet. Hayatımızda neden’lerin, niçin’lerin çok yer almadığı yıllardı.

Böylece 5 seneyi daha beraber -daha doğrusu dip dibe- geçirdik.

Aynı lise yıllarımızdaki gibi kendimiz dışında pek kimsecikler yoktu etrafımızda. Meğer bizi bir arada tutan yalnızlığımızı paylaşmakmış, yine çok sonraları görebildim.

Mezun olduğumuz gibi evlenelim gitsin demiştik. Zaten yıllardır aynı evi paylaşıyoruz, ne fark edecek…

Ne kadar da kolay alınmış bir karardı.

Serde gençlik var, insan üzerinde durmuyor.

****
Şimdi ilk tanıştığımızın üzerinden 15 yıl geçmiş sevgilim.

Ne ICQ kalmış, ne mIRC.

“Zurna” artık sadece bir müzik aleti.

Kurt Cobain ölmüş.

Converse desen, İstiklal Caddesi’nden Abdi İpekçi Caddesi’ne terfi etmiş.

Ben mi?

Bense hayatımı geriye sarmaya başladım.

Ve anlamaya…

Artık serde ne ergenlik kalmış, ne gençlik.

Yerini olgunluk almış da diyemem ama bir şey var işte… O şey belki de farkındalık sadece.

Şimdi biz bir yol ayrımındayız demeyi çok isterdim sevgilim, inan. Fakat görüyorum ki biz yollarımızı çoktan seçmişiz.

Yine geç kalmışım tespit etmekte.

“Carpe Diem” diyip duruyoruz ya, “Anı Yaşa”. Bence onun yerine “Anlı Anla” demeli. Bilerek yaşa, farkına vararak, anlayarak yaşa…



****

15 yıl önce aynı noktadan başladığımız yolculuğumuzda hep farklı yönleri seçmişiz. Kafamı kaldırıp baktığımda seni çok uzaklarda görüyorum şimdi. Varla yok arası solgun bir gölge gibi el sallıyorsun bana uzak diyarlardan. Yüzünü bile zor seçiyorum.


Seni kendime çekmeye çalışıyorum, sevgilim. Ama o kadar çok kavşak kaçırmışız ki… Yeni dünya kadar uzağız birbirimize.

Ne yapmalı şimdi sevgili, sen söyle bana.

Ne sen 15 sene önceki sensin, ne ben.

Hala yeni bir başlangıç yapma şansımız varken kullanmalı mı? Yoksa birbirimize seslerimizi duyurmaya çabalayarak bir ömür geçirmeli mi? Sesimizi duyursak da anlayabilecek miyiz birbirimizi?

Peki ya ellerimiz? Uzaklardan birbirimize uzattığımız ellerimiz kavuşabilir mi? Kavuşsa da tutkuyla tutabilir mi birbirini dersin? Yoksa bir ömür boyu tutkudan da mı vazgeçeceğiz?

Biliyor musun sevgilim… Sen kucağıma yattığında saçlarını okşarken ateş almıyor ellerimi, sana sarılmak yakmıyor bedenimi. Dudaklarını ısırırcasına öpmedim bir kez bile olsun, canın acımasın diye.

Seni kendime çekmeyi başarsam bile, biliyorum ki gizli dünyamdaki hayallerimin başrol oyuncusu asla sen olmayacaksın. Üstünü parçalayıp soyacağım, dudaklarını koparırcasına öpeceğim kişi sen değilsin. Bu hayalin içine seni yerleştirme fikri bile utandırıyor beni, hatta kendimden iğrendiriyor.

Senelerdir kendime itiraf edememiştim ama artık biliyorum, çocuğum gibi seviyorum seni.

Dedim ya, çok ufaktık tanıştığımızda. Sen tek başına ayakta durmaktan korkan bir kız çocuğu olarak kaldın hep, bir sevgiliden çok güçlü bir babaydı aradığın. Bense babasız büyüdüğümden bu role soyunmaya pek hevesliymişim meğer.

Ve böylece birbirimizin pek çok şeyi olabilecekken, farkına varmadan baba-kız olduk sevgilim.

****

İşte tam da bu yüzden ayrılamayacağımızı içten içe biliyorum… Bir baba çocuğunu nasıl terk edemezse ben de terk edemeyeceğim seni.

Dünyaya yeni gelmiş bir bebek hayatta kalmak için nasıl çaresiz bakıyorsa annesinin gözlerinin içine, o bakışları hissediyorum gözbebeklerinde.

Elimi tut ve yamacıma gel sevgilim. Güzel yüzünü göreyim, yumuşak, sıcacık avuç içlerini hissedeyim ellerimde. Göğsüme yat ve o ilk tanışmamızdaki şarkıya kulak verelim. Bu sefer bambaşka hislerle…

Come as you are, as you were
As I want you to be
As a friend
As a friend

Biliyorum ki, içimdeki ses peşimi bırakmayacak hiçbir zaman. Emin misin diyecek bana sürekli. Susturacağım. Daha iyisi bana bir gömlek büyük diyeceğim ona. Değişiklik yapmak için çok geç diyeceğim. İnsan çocuğunu terk edebilir mi? diyeceğim.


Gel, baba-kız yolumuza devam edelim sevgilim. Ne de olsa Ateşli sevişmeler sadece filmlerde olur!

28 Kasım 2014 Cuma

Mükemmel Değil Ama Gerçek

Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight

Hayatı ve ilişkileri sorgulayan, tek kelimeyle büyüleyici bir üçleme.

İzledikten sonra kafamda o kadar çok fikir dolaşmaya başladı ki, not almaya yetişemedim.  Yakalayamadığım düşüncelerimin ilerleyen zamanlardaki yazılarımda bulundukları yerden çıkıp kendilerini göstereceğini umuyorum.

İlk film olan Before Sunrise ile kadın-erkek ilişkilerine romantik bir giriş yapıyoruz.  Henüz 23 yaşında olan Jesse ve Celine Budapeşte’den hareket eden bir trende ayrı ayrı seyahat ederken ilginç bir şekilde tanışıyorlar. Orta yaşlı bir çiftin arasında geçen şiddetli bir tartışmaya şahit oluyor, anlamayan gözlerle birbirlerine bakıyor ve karşılıklı gülüşüyorlar. Bir nehrin kenarında el ele dolanan, yerdeki çakılları içine atıp oluşturduğu daireleri izleyen iki ufak çocuk gibiler. Hayatın kenarında geziniyor, tatlı bir naiflikle sorguluyor, anlamlandırmaya çalışıyorlar.


Biz bu çifti çok seviyoruz. Onların saflığını, hayatı anlama çabalarını, cinsel tutkularına karşı koyamamalarını ve en çok da trende tanışılan bir yabancıyla Viyana sokaklarında sabaha kadar yürüme özgürlüklerini seviyoruz.

İkinci filmde ise çiftimizi 30’lu yaşlarına gelmiş ve nehre ayaklarını sokmuş halde buluyoruz. Hayatlarına bir miktar gerçeklik tozu serpilmiş olsa da çiftimiz hala son derece romantik. Paris sokaklarında volta atıyor, minik bir kafede oturuyor, Seine Nehri’nde yol alıyorlar. Hala gençler; fakat diyaloglar daha çok evlilik, çevre, hayattan beklentiler gibi konular etrafında dolanıyor.


9 yıl ardından onları ne kadar sevdiğimizi tekrar hatırlıyoruz. Olgunluk yakışmış diyoruz. En çok da geçen onca zamana rağmen içlerindeki kaybolmamış romantizmi seviyoruz.

Bana kalırsa serinin en çarpıcı filmi son film olan Before Midnight.

Peşinen söyleyelim. Bu filmde onları hiç sevmiyoruz. Çünkü bu sefer bize sahip olmak istediğimiz hayatı değil, içine düşmekten korktuğumuz hayatı hatırlatıyorlar.


İlk filmde başlayıp ikincide hafifleyerek devam eden romantizm, bu filmde neredeyse 
tamamen kaybolarak yerini acı bir gerçekliğe bırakıyor ve izleyiciyi bir tokat yemiş gibi sarsıyor.

İşte gerçek hayat! Aşk mı demiştiniz? İşte bu!

diyor sanki…

Öyle sert geliyor ki, film bittiğinde kendime söylediğim ilk şey keşke ilk filmi izleyip bıraksaydım oluyor. Keşke devamını görmeseydim, keşke filmin sonunu kendi kafamda çekseydim. Böylece romantik bir şekilde başlayan bu aşk, Jesse ve Celine’in 50 yıllık mutlu evliliğiyle devam eder, ölüme bile el ele tutuşarak gitmeleriyle sonlanırdı.

Celine somut hedefleri olan hırslı bir kadın; fakat kafasında bazı çelişkiler var. Hatırlarsanız ilk filmde hayatının bir erkeğin etrafında dönmesi fikrinden hoşlanmadığını ama öte yandan sevmek ve sevilmeye çok değer verdiğini söyleyerek bize bunun ipuçlarını vermişti.

Bu son film ile Celine’in ilerleyen yaşlarda da bu çelişkiyi çözemediğini, hatta onun esiri olduğunu görüyoruz. Sevgiye değer verdiği için aşık olduğu Jesse’yle bir hayat kuruyor; fakat bu tercihi yaparak aynı zamanda kendini aile etrafında dönen bir hayata hapsetmiş ve kişisel hedeflerinden feragat etmiş bir halde buluyor.

Celine meşhur otel odası sahnesinde almış olduğu kararlar için kendine kızıyor olsa da, bunun acısını haksız bir şekilde Jesse’den çıkarıyor. İşte bu noktada artık karakterlerimizin bir zamanlar etrafında dolandıkları nehrin içine tamamıyla battıklarını görüyoruz; buz gibi gerçeklerle donatılmış soğuk mu soğuk bir nehir!



Jesse akıntıya karşı yüzmeye çabalayan bir balık gibiyken, Celine onu parçalamaya odaklanmış vahşi bir avcıya dönüşüyor. Asıl problem kendi hayatıyken, konuyu Jesse’nin eski karısına, çocuğuyla ilişkilerine, yazdığı kitaplara getiriyor.

Sonraki sahnelerde gerilim iyice tırmanıyor ve Celine karşı tarafı en hassas noktalarından vurarak bizlere kadınların canları acıdığında ne kadar gaddar olabileceğini gösteriyor.  

Önce Jesse’nin sevişmesini küçümsüyor. Aman Tanrım diyorum izlerken, bilerek bel altı vuruyor. Şaşırmama fırsat kalmadan hırsını alamayan Celine’in öldürücü darbeyi sona sakladığını görüyorum: “Artık seni sevmiyorum Jesse.”

Kendi acılarından arınmak için karşı tarafın canını acıtan, Jesse’yi bir kum torbası gibi kullanan Celine, onu öylece odada bırakıp çıkıyor.

Ve film Jesse’nin odadan çıkıp Celine’in yanına gelmesi, sakin bir şekilde, hatta adeta bir baba gibi, onun gözlerini gerçek hayata açmasıyla sonlanıyor. Sanıyorum üçleme içerisinde beni en çok etkileyen diyalog bu oldu.

“You're just like the little girls and everybody else. You wanna live inside some fairy tale.
(…) But if you want true love, then this is it. This is real life. It's not perfect, but it's real. And if you can't see it, then you're blind.”

Son derece romantik ve entelektüel başlayan bir aşkın bu hale gelmiş olmasını görmek… Sanıyorum ki filmi izleyen herkesi asıl sarsan nokta bu.

Acaba hepimiz bu halde mi bulacağız kendimizi? Her aşkın sonu bu mu? Her aşkın sonu gündelik endişelerimizle tencerenin dibinde kalan soğan gibi kavrulup, varlığının bile fark edilemeyeceği bir hale gelmek mi? Hepimizin sonu birbirini yiyip bitirmek mi? Aşklar hep birbirini parçalamaktan mı beslenir?

Düşünüyorum…

Belki de tek yapmamız gereken Jesse’nin söylediği gibi hayatın peri masalından ibaret olmadığını anlamak.

Belki de tek yapmamız gereken gerçek aşkın masallardaki mükemmel aşk değil, hayatın soğuk gerçekliğine rağmen ayakta durabilen aşk olduğunu anlamak.

Çünkü bizler gün doğumu ve gün batımı gibi gelip-geçiciyiz.

Çünkü bizler ağır ağır rayları eskiterek geçen o trenin içindeki yolcular gibiyiz. Sadece bir süreliğine görünüyor ve sonra göçüp gidiyoruz.

Still Here… Still here…Still here…Still here…Gone


 

 
Not: Jesse ve Celine’i bu halleriyle hafızama kazımak istediğim için en sevdiğim sahneyle bitirmek istedim…

25 Kasım 2014 Salı

Biz Neyi Biliyoruz ki?

Özellikle geceleri bastırıyordu şu huzursuzluk hissi.

İlk uykuya dalarken sorun yoktu. Yatmadan önce birkaç satır bir şey okudu mu tamam, hayallere dalarak uykunun sıcak kollarına bırakıyordu kendini.

Gel gör ki, gecenin bir yarısı tuvalete kalktığında uykuyla bilinç arasındaki o sersemlikte asılı kalamıyor, bilinci sifon sesini duyduğu gibi işbaşı yapıyordu. Başlasın düşünceler, endişeler, planlar, ne olacak’lar, nasıl olacak’lar…

Bu gece tuvalet molası verdiğinde saat 04:20’ydi. İşini gözleri kapalı halletti, böylece belki vücudunu hemen uykuya geri dönmesi için kandırabilirdi. Nafile… bir diğer deyişle yemezler. Bayan endişenin mesaisi çoktan başlamıştı.


Önce sağına dönüyor, uykuya dalmaya çalışıyor, o sırada kolu uyuşuyor; bu sefer soluna dönüyor, derken düşünceleri bölündüğünden uykuya dalma çalışmaları sıfırdan başlıyordu.
Saat 06:30 olduğunda defalarca iki tarafına dönmüş ve hala uykuya dalmayı başaramamıştı. Üstüne üstlük şimdi tekrar tuvalete gitmesi gerekiyordu.

Offf… Acaba yataktan kalkıp güne mi başlasam? O zaman da akşam olmak bilmiyor. En iyisi biraz daha zorlayayım.

Neyse ki 2 saatlik kısır döngü, vücudun yorgunluk sinyallerine daha fazla dayanamayıp bir şekilde kırılmış ve yerini bol bilinçaltı mesaj içeren bir rüyaya bırakmıştı.



Bölük pörçük bir uykunun ardından yorgun bedenini güç bela yataktan doğrulttu. Tekrar bir ihtiyaç molası, ardından ağır bedeni taşımaktan uyuşmuş zavallı kolları esnetme çalışmaları ve hafif bir kahvaltı…

Kahvaltı namına yiyebildiği üç-beş parça şey de sonraki bir saat içerisinde gerisin geri yukarı çıktığından, korkarak minik lokmalarla yuttu.

Ardından camın kenarına oturdu.

Havalar bir anda buz kesmişti. Ayaklarını harıl harıl yanan kalorifere dayadı ve boş sokakları izlemeye başladı. Gece yakasını bırakmayan endişeler bu sokaklarda cirit atıyordu şimdi. Sehpada duran dergiye göz atarak uzaklaşmaya çalıştı. Bir süre işe yaramıştı da, ta ki az önce yediği lokmalar olduğu gibi boğazından geri çıkmaya çalışana dek…

Bunca zaman sonra evinin duvarlarını, parkelerdeki izleri, camdan gözüken ağaçların dallarını, hatta karşı apartmandaki görevlinin günlük rutinini bile ezberlemişti.

Ayrıca alt komşuda haftanın hangi günü temizlik olduğunu, karşı komşunun çöpünü saat kaçta çıkardığını, üst komşunun oğlunun saat kaçta eve geldiğini de adı gibi biliyordu.

O çocukcağız eve gelip kapıyı çekince nasıl da mutlu oluyordu. Demek ki akşam olmuştu. Demek ki birazdan sevgili eve gelecekti. Demek ki bir gün daha, evet bir gün daha, geçmişti!

***

Demek ki hayat beni sana bir gün daha yaklaştırmıştı, oğlum.

Evet; tüm o tuvalet ziyaretleri, uyku problemleri, reflü sancıları, zorunlu ev istirahatleri, endişeler… Hepsi senin için, hepsi sana sağlıkla kavuşabilmek için.

Belki büyüdüğünde eve gelip yüzümüzü bile görmeden odana kapanacaksın.

Belki bizi beğenmeyeceksin.

Siz ne bilirsiniz ki diyeceksin.

Haklı da olacaksın tatlım. Eminim ki her şeyi bizden daha iyi bileceksin, her zaman bizden 
daha iyisini yapacaksın; olması gereken de bu.

Ben sana bizim neyi bildiğimizi söyleyeyim.

O da tek bir şey...

Biz en iyi sevmesini biliriz, oğlum.

Başka da bir halt bildiğimiz yok.


24 Kasım 2014 Pazartesi

Yeni Bekarlar

Dünya değişirken ilişkiler konusundaki algılar da değişiyor.

Yalnız yaşamak, önceleri evlenmemiş olmanın bir sonucu olarak görülürken, artık bir tercih olarak önümüze çıkmaya başladı.


Artık spor salonları kendine daha çok vakit ayırabilen bekârlarla dolu, 1+1 evler revaçta, tek başına yurtdışına seyahat edenlerin sayısı artıyor. 

Bir önceki akşam telefonda konuştuğumuz arkadaşımızın sabahın köründe paylaştığı, üzerine ince bir tabaka reçel sürülmüş kruvasan fotoğrafı artık Google görsellerinden değil bizzat gerçek hayattan geliyor. Bir diğer deyişle “Aklıma esti. Cumartesi sabahı atladım uçağa Paris’e gittim şekerim” efsanesi gerçek oluyor.

İlişkisi olanlar için ise durum tam olarak da böyle olmayabilir...



Gözlemlediğim önemli değişimlerden bir diğeri de yalnız yaşamayı tercih edenlerin zamanlarını eskiye göre çok daha farklı ve kaliteli değerlendiriyor olmaları. Düşünüyorlar, yenileniyorlar, kendilerini yeniden keşfediyorlar. Kimi tiyatro kursuna başlıyor, kimi iron-man olmaya karar veriyor, kimi nefes terapisti oluyor, kimi ise içindeki ressamla tanışıyor.


Önceleri bir birliktelik içinde olanlar bekârlara caka satarken, şimdilerde tam tersi; anlayacağınız neredeyse bir ilişki içinde olduğumuz için üzüleceğiz!

Öte yandan, bakıyorum da bekâr hayatının sunduğu tüm bu güzelliklere rağmen günün sonunda çoğumuz hâlâ bir ilişkiye sahip olmayı tercih ediyoruz.

Neden mi?

Önceleri olsa aşk, tutku, hayatı paylaşma isteği diye sıralamaya başlardım.

Fakat dünya dönüyor ve bu nedenler de değişiyor.

Günümüzde pek çok kişinin sınıf atlamak, sosyal statü sahibi olmak için evlendiğini gözlemliyorum.

Bunu nerden mi çıkarıyorum? Açıklayayım.

Sizlerin de fark ettiğinden şüphem yok. Günümüzde evlilik süreci inanılmaz bir ihtişama nail oldu.

Bir defa çiftlerin geçtiği tüm aşamaları sosyal medya üzerinden takip ediyoruz. Hatta takip etmekten öte paylaşımlarına maruz kalıyoruz.

Evlilik teklifi yapıldığı an çiftimizin adına bir hashtag oluşturuluyor ve biliyoruz ki en azından balayından döndükleri güne dek bu hashtag hayatımızın bir parçası olacak.
Paylaşımlar tektaşa yakın plan bir çekimle başlıyor, söz günü kurdele kesim anından bir kareyle devam ediyor. Ardından nişan seremonisinden taze gelin mahcupluğunda ama aynı zamanda hedefe yaklaşmanın verdiği özgüveni içeren bir poz görüyoruz.

Her birimiz Osmanlı Hanedanı’na yaraşır birer sultan olduğumuzdan müstakbel gelinimizin kına gecesinde ihtişamlı kaftanlar giyip, kayınvalidenin hediyesi pırlanta takımları takarak altın varaklı bir tahta oturduğu pozu görünce şaşırmıyoruz.


Hatta aynı gece tkaftanını çıkarıp kısacık beyaz mini elbisesini çektiğinde, tacını çıkarıp beyaz bir duvak taktığında ve bu halde piste muhteşem bir dönüş yaparak Black Eyed Peas eşliğinde dans etmeye başladığında da şaşırmıyoruz. 



Çiftimizin paylaşımları düğünde piste gelen shot’ların ve parti şapkaları-gözlükleri takmış gençlerin kendinden geçmiş fotoğraflarıyla son hız devam ediyor.

Balayında Maldivler’e gitmeyeni taşladıklarından; okyanus, palmiye, köpek balığı gibi unsurlar içeren Uzakdoğu temalı paylaşımları da gördükten sonra takipçiler olarak derin bir nefes alıyor; hele ki Sabiha Gökçen Havaalanı’ndaki check-in’leri gördükten sonra derin bir iç huzura kavuşuyoruz.

Tebrikler. Tüm gerekli aşamalardan geçerek evlendiniz ve elimde tuttuğum bu safi altından yapılma sosyal statüye hak kazandınız.

Bonus kazanmak isterseniz evliliğin ilk dönemleriyle ilgili manuel’i ekte bulabilirsiniz: Bir adet hanımın yaptığı etli nohut yemek fotoğrafı, bir adet yeni yuvanızda patlamış mısır ve DVD qeyfi fotoğrafı, bir adet diğer evli arkadaşların evde ağırlanmasına ait video, baş başa yapılan yurtdışı seyahatlerine ait anılar ve fotoğraflar (sayı sınırı yok), ödülünüzü daha da kalıcı kılmak isterseniz tercihen rahime düştüğü andan başlayan hamilelik fotoğrafları...

Biz başa dönelim… Amacımız bir ilişki sahibi olmak ve hayatı paylaşmaktı.

Acaba bu süre içerisinde takipçilerimizle paylaştığımız kadar şeyi eşimizle de paylaştık mı?

Bir ömür devam ettirmeye söz verdiğimiz ilişkimiz için neler yaptık?

Birbirimizi tanımak yerine, birbirimizi başka insanlara tanıtmakla uğraştık.

Ve tüm bunlar bitip gerçek hayata, gerçek hislerimize döndüğümüzde bu insanı hiç tanımamış olduğumuzu fark ettik.

Belki de bazılarımız en başa, sıfır noktasına döndük.

Belki de bazılarımız tekrardan yalnız yaşamayı tercih ettik.


Belki de bazılarımız kendimizi bir Cumartesi sabahı Paris’te tek başımıza espresso’muzu yudumlarken bulduk:  #benneyaptım?



19 Kasım 2014 Çarşamba

İnternet Anneleri

Küçüklüğümden beri insanların hayatları ilgimi çekmiştir. Magazin boyutundan ziyade nasıl bir hayatları var, neyi neden yapıyorlar gibi konuları merak eder ve anlamlandırmaya çalışırım. Takdir edersiniz ki bu çoğu zaman boş bir çaba oluyor. Neden belli şekillerde davrandığımızın altında öyle karmaşık bir sistem var ki, başkalarını bırakın kendimiz için bile bu soruları doğru cevaplayabildiğimizden emin değilim.

Yine de merak işte… O kadar güçlü bir duygu ki insan önüne geçemiyor. Çocukken içini açıp bir daha birleştiremediğimiz radyolar gibi. Doğru sebepleri bulamayacağımı bilsem de elimde değil, sorgulamak zorundayım.

Sosyal medya sayesinde bu oyunu eskisine göre çok daha kolay oynayabiliyorum; çünkü özel hayatını binlerce kişiye açmaya hevesli pek çok insan var.

Asıl şaşırtıcı olan ise, bu hayatları çılgınlık derecesinde yakından takip eden bir o kadar daha insan olması.

Erken doğum riski nedeniyle zorunlu yatak istirahati verildiğinden vaktim boldu. Şu takipçi listemi biraz değiştireyim de havam değişsin derken kendimi İnstagram annelerinin dünyasında buldum. Aman tanrım! Ben neler kaçırıyormuşum!


10.000-20.000 arası takipçisi olan ve bir fotoğrafı 500-1000 arasında like alan hesaplardan bahsediyorum. İnanılır gibi değil.

Bunun neresi şaşırtıcı diyebilirsiniz. 1000’den fazla like alan binlerce hesap var. Var tabii ki… Fakat hiçbiri o kadar beğeniyi kendi yavrusunun yoğurt yeme fotoğrafıyla almıyor!

O gün bugündür kendime sorup duruyorum. Bir insan neden hiç tanımadığı bir insanın bebeğinin yoğurt yeme fotoğrafını beğenir? Ve tam 999 kişi daha bunu yapar?

Bir akım falan olmalı… Ya da sahte hesap… İlk etapta aklıma başka mantıklı açıklama gelmiyor.

Sonra fotoğraflara yapılan yorumlara bakıyorum. Bunlar sahte hesap olamaz.

“Merhaba X Hanım, ne kadar zarif ve güzelsiniz. Doğum kilolarınızı nasıl verdiniz? Bende 10 kilo kaldı. Vallahi bravo!”

“Merhaba X Hanım, çocuğunuzun hayranıyım. En büyük zevkim akşamları instagram’a girip onun fotoğraf ve video’larını izlemek. Hatta oğlum da ona bayılıyor.”

“Çocuğunuzun üzerindeki kaban nereden acaba?”

“Ayakkabılarınız ve çantanız ne kadar uyumlu. Nereden aldınız acaba?”

“Arka planda duran tabak ne kadar şeker. Nereden aldınız acaba?” (Arka planda duruyor dediği tabağı fark edebilmem için fotoğrafı uzun bir süre daha incelemem gerekti. Ne göz varmış arkadaş…)

Emin olabilirsiniz bunlar gerçek yorumlar.

Dahası da var.

“Sizce çocuğuma uyku eğitimi vermeli miyim?”

“Sizce çocuğumu kundaklamalı mıyım?”

Hoppalaaaa…

Aklım almadı. İnat ettim, daha çok anne takip ettim, daha çok yorum okudum.

Bunları düşünürken televizyonda bir reklama rastladım. Mustafa Sandal son derece lüks bir arabaya biniyor, yeşillikler içinde kaymak gibi bir yolda arabasını sürüyor ve ihtişamlı bir villanın önüne park ediyor. Arabadan çıkıyor, bahçede onu bekleyen dünya güzeli karısını öpüyor. Sonunda bir konut projesinin reklamı olduğunu anlıyoruz.


Biz bu reklamları severek izliyoruz; çünkü bize sadece o konutu değil, o hayatı vadediyorlar. Ve bizler o hayata sahip olma fikrine bayılıyoruz.

Benzer şekilde izlenme rekorları kıran birkaç diziyi düşünelim. İkinci Bahar, Asmalı Konak, Yaprak Dökümü, Öyle Bir Geçer Zaman Ki… Tümünün senaryosu birbirine sımsıkı bağlı güçlü bir aile teması üzerine kurulu. Ali Haydar Usta, Seymen Ağa, Ali Rıza Bey, Cemile Hanım… Hepsinin yegâne çabası ailelerini bir arada tutmak.

Çoğumuzun ailesi birbirine yamuk yapanlarla dolu olsa da, toplumumuzun en önemli değerlerinden biri aile. Bu dizileri de -tıpkı reklamda olduğu gibi- bize sahip olmak istediğimiz hayatı sundukları için severek izliyoruz.



1000 like’ın sebebi de burada yatıyor belki.

2 göz evlerimizde, bir yandan bütün gece uyumamış bebeğimizi pışpışlayıp bir yandan yorgunluktan zor kalkan kollarımızla saçlarımızı toplamaya çalışırken, bir odada dağ gibi ütümüz, öteki odada fişe takılı süpürgemiz bekleyedursun, internet başına geçip hayal ettiğimiz hayatı yaşayan anneleri görmek bize iyi geliyor.

Biz böyle bir rutin içindeyken İnstagram annemiz mükemmel bebeğini saat 8’de uykusundan uyandırıyor, uzun bir duş aldıktan sonra hashtag’te belirttiği bakım kremini sürüyor, saçlarına maşa yapıyor, skinny pantolon üzerine tuniğini giyiyor, bir koluna uzun şık çizmeleriyle uyumlu çantasını, diğer koluna üzerindeki tunikle bir örnek giyinmiş kızını takıyor, asansörde bir selfie çektikten sonra bir poz da arabasının direksiyonunda veriyor.



Sonra gelsin like’lar, gelsin yorumlar

“Duş almaya nasıl vakit buluyorsunuz?”

“Maşayı evde kendiniz mi yapıyorsunuz yoksa kuaföre mi gidiyorsunuz?”

“Kızınızla uyumlu kazağınıza bayıldım. Nereden acaba?”

“Çok zarif ve güzelsiniz. Size hayranım. Bir yandan çocuk bir yandan bu kadar bakım, bravo vallahi”

Gördüğüm en bomba yorum da şu oldu: “Arabanızın markası ne acaba?”

Sahip olmak istediğimiz değerleri ve hayat kırıntılarını taşıyan her şeyi izlemeyi seviyoruz. Bir parça hayalperestlik, bir parça iyimserlik, bir parça imrenme, bir parça hırs…

Tüm bu duyguları bir arada yöneten biz kadınların dünyası inanın ki çok karışık...