26 Aralık 2014 Cuma

ŞANGIIIRRRTTTTTTTTTTT

Koskoca cam tuzla buz olmuş, irili ufaklı kırıkları ta salona kadar yayılmıştı.

Ötesini düşünmeden koskoca poposunu koyuverdi cam kırıklarının içine.

Hatta ellerimi de yere bastırayım, belki birkaç parça batar!



Kendine zarar verecek seviyeye ne zaman gelmişti?

Hayat öyle bir akıp gidiyor ki insan nasıl olduğunu fark etmeden farklı yerlerde bulabiliyor kendini.

Küçüklüğünden beri bir gün kafayı yiyeceği aklının bir köşesinde vardı. Hep uzak bir olasılıktı sanki. Olmazdı işte. Bugüne dek hep bir şekilde sahip çıkabilmişti aklına.

Şimdi ise söz geçiremiyordu.

Ve en kötüsü, ne ara bu hale geldiğinin farkında değildi.

Oturdu o kırıkların arasında hüngür hüngür ağladı. O kadar içten bağırıyordu ki boğazlarının şiştiğini hissetti. Göğsü yanıyor, elleri titriyordu.

Kendini çok mutlu hissettiği, zıplaya hoplaya mis gibi yemekler pişirdiği turuncu renkli mutfağı can kırıklarıyla dolu bir cehenneme dönmüştü şimdi.

Gözyaşı stresi azaltır derler. Genelde ağladıktan sonra insanlara bir rahatlama gelmesinin sebebi de budur. Onun stresi ise katlanarak artıyordu. Çünkü biliyordu ki ağlamak hiçbir şeyi düzeltmeyecek, içindeki canavarı susturmayacaktı.

Hangi canavar derseniz, olumsuz düşünce canavarı. İsmi Karanlık olsun.

Normalde arada bir kafasını çıkarır burnunu bazı işlere sokardı Karanlık. İlk defa bütünüyle beni esir alıyor. Ondan kurtulamıyorum. Sanki ellerimi kollarımı bağlamış, sağlıklı düşünmemi engellemiş, karabasan gibi üzerime çökmüş.

Bu hale nasıl geldiysem aynı yoldan geri döner çıkarım diye düşündü.

Ah… nasıl geldiğini bir bilseydi!

Sanki gözlerimi bağlayıp bir arabaya bindirmiş, Karanlık’ın kucağına atıvermişler beni. Sonra da kaçıp gitmişler arkamdan gülerek. Elveda!! Ha-ha-ha!!



Boğuluyorum burada. Adeta bir bataklık. Çıkmaya çalıştıkça batıyorum, batıyorum… bu kırık camlar mı kurtaracak beni? Düşman eli onlar. Cafcaflı gözüküyorlar, parıltılılar. Biliyorum, dışarı çıkmak için onlara tutunursam kesecekler her yerimi. Hatta bazıları sinsice derimin altından bedenime girecek, tüm organlarımı gezerek hepsini zehirleyecek ve ardından içimde eriyerek tüm ruhuma işlemiş olacaklar.

Kuvvetli bir hayal gücü bu tür kriz anlarında öyle bir dezavantajdır ki, sırf gözünde canlananlar bile insanı en derinlere iteklemeye yeter.

Hayır, çekilin cam parçaları!

Hızlıca eline bir süpürge aldı ve etrafı temizledi. Kırıklarından kurtuldu.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.

Öyle bir dayak yemişti ki, düşünemiyordu.

Hayatı hep bu kadar kötü müydü yoksa şimdi mi gözüne batıyordu her şey? Bir aydınlanma mı yaşıyordu, aksine karanlığa doğru hızlı bir serbest düşüş mü? Kafasında dolananlar şeytan mıydı yoksa ona doğru yolu göstermeye çalışan melekler mi? Teslim olmalı mıydı bu delilik haline, ardına bakmadan kaçmalı mı? Oturup sabır mı etmeliydi, hemen ayağa kalkıp harekete mi geçmeli?

Ne yapmalı? Ne düşünmeli? Bu sarmaldan nasıl çıkmalı?

Her şey gerçekten göründüğü kadar karanlık mıydı yoksa hepsi sadece bakış açısından mı ibaretti? Gerçekten talihsiz miydi yoksa kendine haksızlık mı ediyordu? Hem talihsizlik diye bir şey var mıydı, insan kendi şansını kendi mi yaratırdı? Hayatımızın ne kadarına hükmedebiliyorduk özgür iradeyle? Hatta… özgür irade diye bir şey var mıydı?

Kırıkları temizlemesinin üzerinden beş dakika geçmemişti ki, vurup kırma hissi aynı şiddetle tekrar geldi. Kırılabilecek başka cam olsa onu da kırardı. Allahtan dolaptaki tabaklar o an aklına gelmedi.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.



Düşünüp çözmek istiyor, başaramıyor, sürekli kafası dağılıyordu. Kahretsin, odaklanamıyorum!

Önce çabalamaktan vazgeçti. Belki bir süre bu bataklıkta kalması gerekiyordu. Belki bu deneyimi edinmesi gerekiyordu. Yarın yeni bir gündü, her şey çok farklı olabilirdi.

Ve böyle sabahlar, öğlenler, akşamüzerleri, geceler geçti.

Her gün yeni bir gündü ama hiçbir şey farklı olmuyordu.

Sabır diyordu, sabır. Sabırla ilgili söylenmiş, onu öven o kadar çok söz vardı ki, elbet bir değeri olmalıydı.

Uzun süre sabretti. Ya da uzun süre sabrettiğini düşündü, belki de aslında çok kısa bir süreydi bu.

Sabretmek bu sefer de hiçbir şey yapmamak gibi geldi, kendini suçlu hissetti.

Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.

Çıkış yolu kendindeydi, bunu çok iyi biliyordu. Ama sanki bir karabasandı bu. Düşünemiyor, ellerini çözemiyor, harekete geçemiyor, göz göre göre batıyordu. Bir sürü yardım eli vardı etrafta, ne kadar uzansa tutamıyordu hiçbirini. Parmakları bir arpacık boyu daha gidebilseydi, tutup kavrayacaktı oysaki. Tepesinde parlayan güneş bile yardımcı olacağına yarattığı sıcaklıkla bataklığın onu daha derine çekmesini sağlıyordu. Tüm dünya ona karşıydı sanki.

Çıkış yolu kendindeydi, evet... ama kendisi neredeydi?

Belki de tek yapması gereken aramaktan vaz geçmekti.

***

Şimdilerde yapmaya çalıştığım tek şey kendimi şu poşet gibi rüzgârın estiği yöne bırakabilmek. Nereye ait olduğumu, ne yapmam gerektiğini düşünmeden, hayatla savaşmaktan ziyade onunla dans etmeyi öğrenmek. İşte bu yüzden hikayem şimdilik yarım. Tamamlamak için izninizle yeni deneyimlere ihtiyacım var... 

Hepimizin hikâyelerinin güzel sonlanması dileklerimle…




11 Aralık 2014 Perşembe

2014 Biterken

Sizi bilmem ama ben 2014’ü hayatla mücadele ederek geçirmişim.

Hayat mücadelesi değil, hayatla mücadele

İnat ettim, kızdım, isyan ettim, teşekkür ettim, şükrettim, reddettim, yutkundum, unuttum.

Ben bu sene hayatla kavga ettim.

Darısı 2015’in başına. Umarım birbirimizle daha barışık oluruz!




Eşim evlendiğimizden beri çok inatçı olduğumu söyler, bense hep inkâr ederdim.

Hakkını yemişim sevgilim.

Ben basbayağı inatlaşıyorum.

Hem de öyle böyle bir inatlaşma değil; afacan bir ufaklık gibi banane banane diyerek, omuzlarımı indirip kaldırarak, yeri geldiğinde adeta yerlerde sürüklenerek, burnundan sümük kabarcığı fışkırtırcasına ağlayarak, kısacası delicesine inatlaşıyorum.

Hep güzellikler olsun istiyorum hayatımda. Çok mu?

İstediğim kariyere ulaşabileyim, istediğim zaman çocuk sahibi olabileyim, masallardaki gibi bir hamilelik geçireyim, hayalini kurduğum gibi bir çocuğum olsun, refah içerisinde yaşayayım, çikolata yiyerek de fit kalabileyim… Çok mu?

Okurken içinizden bir kahkaha attınız sanırım.

Evet, biliyorum, olmuyor.

Kazık yemeler, adaletsizlikler, şanssızlıklar, yenik düşmeler hepimizin salonlarının başköşesinde duruyor.

O başköşede ödüller, kupalar da var elbet. Galibiyetimizi hatırlamak güç veriyor bize.

Ama böyle oluyor işte arada. 

İnsan şükredemiyor. İsyan ediyor. Biraz daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor. Bir parçacık güzel habere muhtaç hissediyor.

Duyuyor musun beni 2015?

Lütfen güzelliklerle gel, iyi haberlerle, neşeyle, sürprizlerle gel.


İnan ki, yerlerde tepinip ağlamaya halim kalmadı!

Rumuz: Sevimli Keçi



5 Aralık 2014 Cuma

Anı Yaşamak mı Anı Anlamak mı?

Çok ufaktık tanıştığımızda.

Hatırlar mısın sevgilim, ICQ ve mIRC’ın hayatımızın önemli bir parçası olduğu yıllardı.

Bazı sesler vardı o döneme ait. ICQ açılırken çıkan vapur düdüğü, mesaj geldiğinde duyduğumuz “o-o” sesi, internete bağlanırken bilgisayarımızdan gelen kulak tırmalayan ses cümbüşü ve tabii ki hayatımızın fon müziği haline gelmiş Nirvana’dan “Come as you are”




Birbirimize karışık kaset doldurup hediye ettiğimiz, rüyalarımızda Converse ayakkabı gördüğümüz, en büyük derdimizin cool olmak olduğu yıllardı. 

O zamanlar nefret ettiğimiz tabirle birer ergendik ikimiz de.

Ben mIRC’ta bir kanalda “admin” olmuştum, havamdan geçinmiyordu. Okulda insanlardan uzak durmaya çalışan, misafir geldiğinde evde yokmuş numarası yapabilmek için tuvalete bile gitmeyen ben, sanal âlemde popüler olmanın keyfini çıkarıyordum.

Sonra sen geldin kanalıma. Hem kanalıma, hem hayatıma gelmişin meğer.

Sen de fark ettin mi sevgilim, insan hayatının dönüm noktası olan anları ancak çok sonraları geri dönüp baktığında anlayabiliyor.

Dedikleri gibi; hayat ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılırmış.

Birbirini hiç görmemiş iki yabancı her akşam saatlerce sohbet ediyorduk. Ben bu sürede kanalla ilgilenmediğimden kanalı hacker’lar basmış, elimden admin’liğimi almışlardı. Umurumda değildi elbet. Ben ergen bir erkek çocuğuydum.

Bir yandan içimdeki ses beni yiyip bitiriyordu. Biliyordum sonsuza dek böyle gidemezdi; illa ki bir gün tanışmamız gerekecekti. En azından bunu sen isteyecektin.

Gel gör ki, uzun bir süre sen de istemedin.

Zaten ayrı şehirlerdeydik.

Birbirimize itiraf etmemiş olsak da, buluşmamak için ikimizin de ikna olduğu hoş bir bahaneydi bu.

Tam 1 sene sonra cesaretimi toplayıp yanına geldim. Ankara bir günlüğüne o dillere destan kış ayazına ara vermiş, pırıl pırıl bir güneşle karşılamıştı beni. Zaten pespembe olan taş yanakların, beklenmedik güneşin ve heyecanının etkisiyle al al olmuştu. Bütün gün üstlerimizde ince birer montla o park senin bu park benim gezdikten sonra seni ve ışıl ışıl parlayan gözlerini bırakıp İstanbul’a dönmüştüm.

Sonrasında her şey çok hızlı ilerledi.

ÖSS tercihlerinde ilk on sıraya birden İstanbul’daki okulları yazarak ilişkimizi farklı bir seviyeye taşımıştın. O zamanlar ikimiz de bunun farkında değildik elbet. Hayatımızda neden’lerin, niçin’lerin çok yer almadığı yıllardı.

Böylece 5 seneyi daha beraber -daha doğrusu dip dibe- geçirdik.

Aynı lise yıllarımızdaki gibi kendimiz dışında pek kimsecikler yoktu etrafımızda. Meğer bizi bir arada tutan yalnızlığımızı paylaşmakmış, yine çok sonraları görebildim.

Mezun olduğumuz gibi evlenelim gitsin demiştik. Zaten yıllardır aynı evi paylaşıyoruz, ne fark edecek…

Ne kadar da kolay alınmış bir karardı.

Serde gençlik var, insan üzerinde durmuyor.

****
Şimdi ilk tanıştığımızın üzerinden 15 yıl geçmiş sevgilim.

Ne ICQ kalmış, ne mIRC.

“Zurna” artık sadece bir müzik aleti.

Kurt Cobain ölmüş.

Converse desen, İstiklal Caddesi’nden Abdi İpekçi Caddesi’ne terfi etmiş.

Ben mi?

Bense hayatımı geriye sarmaya başladım.

Ve anlamaya…

Artık serde ne ergenlik kalmış, ne gençlik.

Yerini olgunluk almış da diyemem ama bir şey var işte… O şey belki de farkındalık sadece.

Şimdi biz bir yol ayrımındayız demeyi çok isterdim sevgilim, inan. Fakat görüyorum ki biz yollarımızı çoktan seçmişiz.

Yine geç kalmışım tespit etmekte.

“Carpe Diem” diyip duruyoruz ya, “Anı Yaşa”. Bence onun yerine “Anlı Anla” demeli. Bilerek yaşa, farkına vararak, anlayarak yaşa…



****

15 yıl önce aynı noktadan başladığımız yolculuğumuzda hep farklı yönleri seçmişiz. Kafamı kaldırıp baktığımda seni çok uzaklarda görüyorum şimdi. Varla yok arası solgun bir gölge gibi el sallıyorsun bana uzak diyarlardan. Yüzünü bile zor seçiyorum.


Seni kendime çekmeye çalışıyorum, sevgilim. Ama o kadar çok kavşak kaçırmışız ki… Yeni dünya kadar uzağız birbirimize.

Ne yapmalı şimdi sevgili, sen söyle bana.

Ne sen 15 sene önceki sensin, ne ben.

Hala yeni bir başlangıç yapma şansımız varken kullanmalı mı? Yoksa birbirimize seslerimizi duyurmaya çabalayarak bir ömür geçirmeli mi? Sesimizi duyursak da anlayabilecek miyiz birbirimizi?

Peki ya ellerimiz? Uzaklardan birbirimize uzattığımız ellerimiz kavuşabilir mi? Kavuşsa da tutkuyla tutabilir mi birbirini dersin? Yoksa bir ömür boyu tutkudan da mı vazgeçeceğiz?

Biliyor musun sevgilim… Sen kucağıma yattığında saçlarını okşarken ateş almıyor ellerimi, sana sarılmak yakmıyor bedenimi. Dudaklarını ısırırcasına öpmedim bir kez bile olsun, canın acımasın diye.

Seni kendime çekmeyi başarsam bile, biliyorum ki gizli dünyamdaki hayallerimin başrol oyuncusu asla sen olmayacaksın. Üstünü parçalayıp soyacağım, dudaklarını koparırcasına öpeceğim kişi sen değilsin. Bu hayalin içine seni yerleştirme fikri bile utandırıyor beni, hatta kendimden iğrendiriyor.

Senelerdir kendime itiraf edememiştim ama artık biliyorum, çocuğum gibi seviyorum seni.

Dedim ya, çok ufaktık tanıştığımızda. Sen tek başına ayakta durmaktan korkan bir kız çocuğu olarak kaldın hep, bir sevgiliden çok güçlü bir babaydı aradığın. Bense babasız büyüdüğümden bu role soyunmaya pek hevesliymişim meğer.

Ve böylece birbirimizin pek çok şeyi olabilecekken, farkına varmadan baba-kız olduk sevgilim.

****

İşte tam da bu yüzden ayrılamayacağımızı içten içe biliyorum… Bir baba çocuğunu nasıl terk edemezse ben de terk edemeyeceğim seni.

Dünyaya yeni gelmiş bir bebek hayatta kalmak için nasıl çaresiz bakıyorsa annesinin gözlerinin içine, o bakışları hissediyorum gözbebeklerinde.

Elimi tut ve yamacıma gel sevgilim. Güzel yüzünü göreyim, yumuşak, sıcacık avuç içlerini hissedeyim ellerimde. Göğsüme yat ve o ilk tanışmamızdaki şarkıya kulak verelim. Bu sefer bambaşka hislerle…

Come as you are, as you were
As I want you to be
As a friend
As a friend

Biliyorum ki, içimdeki ses peşimi bırakmayacak hiçbir zaman. Emin misin diyecek bana sürekli. Susturacağım. Daha iyisi bana bir gömlek büyük diyeceğim ona. Değişiklik yapmak için çok geç diyeceğim. İnsan çocuğunu terk edebilir mi? diyeceğim.


Gel, baba-kız yolumuza devam edelim sevgilim. Ne de olsa Ateşli sevişmeler sadece filmlerde olur!