Koskoca cam
tuzla buz olmuş, irili ufaklı kırıkları ta salona kadar yayılmıştı.
Ötesini
düşünmeden koskoca poposunu koyuverdi cam kırıklarının içine.
Hatta ellerimi de yere bastırayım,
belki birkaç parça batar!
Kendine
zarar verecek seviyeye ne zaman gelmişti?
Hayat öyle
bir akıp gidiyor ki insan nasıl olduğunu fark etmeden farklı yerlerde
bulabiliyor kendini.
Küçüklüğünden
beri bir gün kafayı yiyeceği aklının bir köşesinde vardı. Hep uzak bir
olasılıktı sanki. Olmazdı işte. Bugüne dek hep bir şekilde sahip çıkabilmişti
aklına.
Şimdi ise
söz geçiremiyordu.
Ve en
kötüsü, ne ara bu hale geldiğinin farkında değildi.
Oturdu o
kırıkların arasında hüngür hüngür ağladı. O kadar içten bağırıyordu ki
boğazlarının şiştiğini hissetti. Göğsü yanıyor, elleri titriyordu.
Kendini çok
mutlu hissettiği, zıplaya hoplaya mis gibi yemekler pişirdiği turuncu renkli mutfağı
can kırıklarıyla dolu bir cehenneme dönmüştü şimdi.
Gözyaşı
stresi azaltır derler. Genelde ağladıktan sonra insanlara bir rahatlama
gelmesinin sebebi de budur. Onun stresi ise
katlanarak artıyordu. Çünkü biliyordu ki ağlamak hiçbir şeyi düzeltmeyecek,
içindeki canavarı susturmayacaktı.
Hangi
canavar derseniz, olumsuz düşünce canavarı. İsmi Karanlık olsun.
Normalde
arada bir kafasını çıkarır burnunu bazı işlere sokardı Karanlık. İlk defa bütünüyle beni esir alıyor. Ondan
kurtulamıyorum. Sanki ellerimi kollarımı bağlamış, sağlıklı düşünmemi
engellemiş, karabasan gibi üzerime çökmüş.
Bu hale nasıl geldiysem aynı yoldan
geri döner çıkarım
diye düşündü.
Ah… nasıl
geldiğini bir bilseydi!
Sanki gözlerimi bağlayıp bir arabaya
bindirmiş, Karanlık’ın kucağına atıvermişler beni. Sonra da kaçıp gitmişler
arkamdan gülerek. Elveda!! Ha-ha-ha!!
Boğuluyorum
burada. Adeta bir bataklık. Çıkmaya çalıştıkça batıyorum, batıyorum… bu kırık
camlar mı kurtaracak beni? Düşman eli onlar. Cafcaflı gözüküyorlar,
parıltılılar. Biliyorum, dışarı çıkmak için onlara tutunursam kesecekler her yerimi.
Hatta bazıları sinsice derimin altından bedenime girecek, tüm organlarımı gezerek
hepsini zehirleyecek ve ardından içimde eriyerek tüm ruhuma işlemiş olacaklar.
Kuvvetli bir
hayal gücü bu tür kriz anlarında öyle bir dezavantajdır ki, sırf gözünde
canlananlar bile insanı en derinlere iteklemeye yeter.
Hayır,
çekilin cam parçaları!
Hızlıca eline
bir süpürge aldı ve etrafı temizledi. Kırıklarından kurtuldu.
Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.
Öyle bir
dayak yemişti ki, düşünemiyordu.
Hayatı hep
bu kadar kötü müydü yoksa şimdi mi gözüne batıyordu her şey? Bir aydınlanma mı
yaşıyordu, aksine karanlığa doğru hızlı bir serbest düşüş mü? Kafasında
dolananlar şeytan mıydı yoksa ona doğru yolu göstermeye çalışan melekler mi?
Teslim olmalı mıydı bu delilik haline, ardına bakmadan kaçmalı mı? Oturup sabır
mı etmeliydi, hemen ayağa kalkıp harekete mi geçmeli?
Ne yapmalı?
Ne düşünmeli? Bu sarmaldan nasıl çıkmalı?
Her şey
gerçekten göründüğü kadar karanlık mıydı yoksa hepsi sadece bakış açısından mı
ibaretti? Gerçekten talihsiz miydi yoksa kendine haksızlık mı ediyordu? Hem
talihsizlik diye bir şey var mıydı, insan kendi şansını kendi mi yaratırdı?
Hayatımızın ne kadarına hükmedebiliyorduk özgür iradeyle? Hatta… özgür irade diye
bir şey var mıydı?
Kırıkları
temizlemesinin üzerinden beş dakika geçmemişti ki, vurup kırma hissi aynı
şiddetle tekrar geldi. Kırılabilecek başka cam olsa onu da kırardı. Allahtan
dolaptaki tabaklar o an aklına gelmedi.
Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.
Düşünüp
çözmek istiyor, başaramıyor, sürekli kafası dağılıyordu. Kahretsin, odaklanamıyorum!
Önce
çabalamaktan vazgeçti. Belki bir süre bu bataklıkta kalması gerekiyordu. Belki
bu deneyimi edinmesi gerekiyordu. Yarın yeni bir gündü, her şey çok farklı
olabilirdi.
Ve böyle sabahlar,
öğlenler, akşamüzerleri, geceler geçti.
Her gün yeni
bir gündü ama hiçbir şey farklı olmuyordu.
Sabır diyordu,
sabır. Sabırla ilgili söylenmiş, onu öven o kadar çok söz vardı ki, elbet bir
değeri olmalıydı.
Uzun süre
sabretti. Ya da uzun süre sabrettiğini düşündü, belki de aslında çok kısa bir
süreydi bu.
Sabretmek bu
sefer de hiçbir şey yapmamak gibi geldi, kendini suçlu hissetti.
Çıkış yolu başka yerde olmalıydı.
Çıkış yolu kendindeydi, bunu çok iyi biliyordu. Ama sanki bir karabasandı bu. Düşünemiyor, ellerini çözemiyor, harekete geçemiyor, göz göre göre batıyordu. Bir sürü yardım eli vardı etrafta, ne kadar uzansa tutamıyordu hiçbirini. Parmakları bir arpacık boyu daha gidebilseydi, tutup kavrayacaktı oysaki. Tepesinde parlayan güneş bile yardımcı olacağına yarattığı sıcaklıkla bataklığın onu daha derine çekmesini sağlıyordu. Tüm dünya ona karşıydı sanki.
Çıkış yolu kendindeydi, evet... ama kendisi neredeydi?
Belki de tek yapması gereken aramaktan vaz geçmekti.
***
Şimdilerde yapmaya çalıştığım tek şey kendimi şu poşet gibi rüzgârın
estiği yöne bırakabilmek. Nereye ait olduğumu, ne yapmam gerektiğini düşünmeden, hayatla savaşmaktan ziyade onunla dans etmeyi öğrenmek. İşte bu yüzden hikayem şimdilik yarım. Tamamlamak için izninizle yeni deneyimlere ihtiyacım var...
Hepimizin hikâyelerinin güzel sonlanması dileklerimle…