28 Kasım 2014 Cuma

Mükemmel Değil Ama Gerçek

Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight

Hayatı ve ilişkileri sorgulayan, tek kelimeyle büyüleyici bir üçleme.

İzledikten sonra kafamda o kadar çok fikir dolaşmaya başladı ki, not almaya yetişemedim.  Yakalayamadığım düşüncelerimin ilerleyen zamanlardaki yazılarımda bulundukları yerden çıkıp kendilerini göstereceğini umuyorum.

İlk film olan Before Sunrise ile kadın-erkek ilişkilerine romantik bir giriş yapıyoruz.  Henüz 23 yaşında olan Jesse ve Celine Budapeşte’den hareket eden bir trende ayrı ayrı seyahat ederken ilginç bir şekilde tanışıyorlar. Orta yaşlı bir çiftin arasında geçen şiddetli bir tartışmaya şahit oluyor, anlamayan gözlerle birbirlerine bakıyor ve karşılıklı gülüşüyorlar. Bir nehrin kenarında el ele dolanan, yerdeki çakılları içine atıp oluşturduğu daireleri izleyen iki ufak çocuk gibiler. Hayatın kenarında geziniyor, tatlı bir naiflikle sorguluyor, anlamlandırmaya çalışıyorlar.


Biz bu çifti çok seviyoruz. Onların saflığını, hayatı anlama çabalarını, cinsel tutkularına karşı koyamamalarını ve en çok da trende tanışılan bir yabancıyla Viyana sokaklarında sabaha kadar yürüme özgürlüklerini seviyoruz.

İkinci filmde ise çiftimizi 30’lu yaşlarına gelmiş ve nehre ayaklarını sokmuş halde buluyoruz. Hayatlarına bir miktar gerçeklik tozu serpilmiş olsa da çiftimiz hala son derece romantik. Paris sokaklarında volta atıyor, minik bir kafede oturuyor, Seine Nehri’nde yol alıyorlar. Hala gençler; fakat diyaloglar daha çok evlilik, çevre, hayattan beklentiler gibi konular etrafında dolanıyor.


9 yıl ardından onları ne kadar sevdiğimizi tekrar hatırlıyoruz. Olgunluk yakışmış diyoruz. En çok da geçen onca zamana rağmen içlerindeki kaybolmamış romantizmi seviyoruz.

Bana kalırsa serinin en çarpıcı filmi son film olan Before Midnight.

Peşinen söyleyelim. Bu filmde onları hiç sevmiyoruz. Çünkü bu sefer bize sahip olmak istediğimiz hayatı değil, içine düşmekten korktuğumuz hayatı hatırlatıyorlar.


İlk filmde başlayıp ikincide hafifleyerek devam eden romantizm, bu filmde neredeyse 
tamamen kaybolarak yerini acı bir gerçekliğe bırakıyor ve izleyiciyi bir tokat yemiş gibi sarsıyor.

İşte gerçek hayat! Aşk mı demiştiniz? İşte bu!

diyor sanki…

Öyle sert geliyor ki, film bittiğinde kendime söylediğim ilk şey keşke ilk filmi izleyip bıraksaydım oluyor. Keşke devamını görmeseydim, keşke filmin sonunu kendi kafamda çekseydim. Böylece romantik bir şekilde başlayan bu aşk, Jesse ve Celine’in 50 yıllık mutlu evliliğiyle devam eder, ölüme bile el ele tutuşarak gitmeleriyle sonlanırdı.

Celine somut hedefleri olan hırslı bir kadın; fakat kafasında bazı çelişkiler var. Hatırlarsanız ilk filmde hayatının bir erkeğin etrafında dönmesi fikrinden hoşlanmadığını ama öte yandan sevmek ve sevilmeye çok değer verdiğini söyleyerek bize bunun ipuçlarını vermişti.

Bu son film ile Celine’in ilerleyen yaşlarda da bu çelişkiyi çözemediğini, hatta onun esiri olduğunu görüyoruz. Sevgiye değer verdiği için aşık olduğu Jesse’yle bir hayat kuruyor; fakat bu tercihi yaparak aynı zamanda kendini aile etrafında dönen bir hayata hapsetmiş ve kişisel hedeflerinden feragat etmiş bir halde buluyor.

Celine meşhur otel odası sahnesinde almış olduğu kararlar için kendine kızıyor olsa da, bunun acısını haksız bir şekilde Jesse’den çıkarıyor. İşte bu noktada artık karakterlerimizin bir zamanlar etrafında dolandıkları nehrin içine tamamıyla battıklarını görüyoruz; buz gibi gerçeklerle donatılmış soğuk mu soğuk bir nehir!



Jesse akıntıya karşı yüzmeye çabalayan bir balık gibiyken, Celine onu parçalamaya odaklanmış vahşi bir avcıya dönüşüyor. Asıl problem kendi hayatıyken, konuyu Jesse’nin eski karısına, çocuğuyla ilişkilerine, yazdığı kitaplara getiriyor.

Sonraki sahnelerde gerilim iyice tırmanıyor ve Celine karşı tarafı en hassas noktalarından vurarak bizlere kadınların canları acıdığında ne kadar gaddar olabileceğini gösteriyor.  

Önce Jesse’nin sevişmesini küçümsüyor. Aman Tanrım diyorum izlerken, bilerek bel altı vuruyor. Şaşırmama fırsat kalmadan hırsını alamayan Celine’in öldürücü darbeyi sona sakladığını görüyorum: “Artık seni sevmiyorum Jesse.”

Kendi acılarından arınmak için karşı tarafın canını acıtan, Jesse’yi bir kum torbası gibi kullanan Celine, onu öylece odada bırakıp çıkıyor.

Ve film Jesse’nin odadan çıkıp Celine’in yanına gelmesi, sakin bir şekilde, hatta adeta bir baba gibi, onun gözlerini gerçek hayata açmasıyla sonlanıyor. Sanıyorum üçleme içerisinde beni en çok etkileyen diyalog bu oldu.

“You're just like the little girls and everybody else. You wanna live inside some fairy tale.
(…) But if you want true love, then this is it. This is real life. It's not perfect, but it's real. And if you can't see it, then you're blind.”

Son derece romantik ve entelektüel başlayan bir aşkın bu hale gelmiş olmasını görmek… Sanıyorum ki filmi izleyen herkesi asıl sarsan nokta bu.

Acaba hepimiz bu halde mi bulacağız kendimizi? Her aşkın sonu bu mu? Her aşkın sonu gündelik endişelerimizle tencerenin dibinde kalan soğan gibi kavrulup, varlığının bile fark edilemeyeceği bir hale gelmek mi? Hepimizin sonu birbirini yiyip bitirmek mi? Aşklar hep birbirini parçalamaktan mı beslenir?

Düşünüyorum…

Belki de tek yapmamız gereken Jesse’nin söylediği gibi hayatın peri masalından ibaret olmadığını anlamak.

Belki de tek yapmamız gereken gerçek aşkın masallardaki mükemmel aşk değil, hayatın soğuk gerçekliğine rağmen ayakta durabilen aşk olduğunu anlamak.

Çünkü bizler gün doğumu ve gün batımı gibi gelip-geçiciyiz.

Çünkü bizler ağır ağır rayları eskiterek geçen o trenin içindeki yolcular gibiyiz. Sadece bir süreliğine görünüyor ve sonra göçüp gidiyoruz.

Still Here… Still here…Still here…Still here…Gone


 

 
Not: Jesse ve Celine’i bu halleriyle hafızama kazımak istediğim için en sevdiğim sahneyle bitirmek istedim…

25 Kasım 2014 Salı

Biz Neyi Biliyoruz ki?

Özellikle geceleri bastırıyordu şu huzursuzluk hissi.

İlk uykuya dalarken sorun yoktu. Yatmadan önce birkaç satır bir şey okudu mu tamam, hayallere dalarak uykunun sıcak kollarına bırakıyordu kendini.

Gel gör ki, gecenin bir yarısı tuvalete kalktığında uykuyla bilinç arasındaki o sersemlikte asılı kalamıyor, bilinci sifon sesini duyduğu gibi işbaşı yapıyordu. Başlasın düşünceler, endişeler, planlar, ne olacak’lar, nasıl olacak’lar…

Bu gece tuvalet molası verdiğinde saat 04:20’ydi. İşini gözleri kapalı halletti, böylece belki vücudunu hemen uykuya geri dönmesi için kandırabilirdi. Nafile… bir diğer deyişle yemezler. Bayan endişenin mesaisi çoktan başlamıştı.


Önce sağına dönüyor, uykuya dalmaya çalışıyor, o sırada kolu uyuşuyor; bu sefer soluna dönüyor, derken düşünceleri bölündüğünden uykuya dalma çalışmaları sıfırdan başlıyordu.
Saat 06:30 olduğunda defalarca iki tarafına dönmüş ve hala uykuya dalmayı başaramamıştı. Üstüne üstlük şimdi tekrar tuvalete gitmesi gerekiyordu.

Offf… Acaba yataktan kalkıp güne mi başlasam? O zaman da akşam olmak bilmiyor. En iyisi biraz daha zorlayayım.

Neyse ki 2 saatlik kısır döngü, vücudun yorgunluk sinyallerine daha fazla dayanamayıp bir şekilde kırılmış ve yerini bol bilinçaltı mesaj içeren bir rüyaya bırakmıştı.



Bölük pörçük bir uykunun ardından yorgun bedenini güç bela yataktan doğrulttu. Tekrar bir ihtiyaç molası, ardından ağır bedeni taşımaktan uyuşmuş zavallı kolları esnetme çalışmaları ve hafif bir kahvaltı…

Kahvaltı namına yiyebildiği üç-beş parça şey de sonraki bir saat içerisinde gerisin geri yukarı çıktığından, korkarak minik lokmalarla yuttu.

Ardından camın kenarına oturdu.

Havalar bir anda buz kesmişti. Ayaklarını harıl harıl yanan kalorifere dayadı ve boş sokakları izlemeye başladı. Gece yakasını bırakmayan endişeler bu sokaklarda cirit atıyordu şimdi. Sehpada duran dergiye göz atarak uzaklaşmaya çalıştı. Bir süre işe yaramıştı da, ta ki az önce yediği lokmalar olduğu gibi boğazından geri çıkmaya çalışana dek…

Bunca zaman sonra evinin duvarlarını, parkelerdeki izleri, camdan gözüken ağaçların dallarını, hatta karşı apartmandaki görevlinin günlük rutinini bile ezberlemişti.

Ayrıca alt komşuda haftanın hangi günü temizlik olduğunu, karşı komşunun çöpünü saat kaçta çıkardığını, üst komşunun oğlunun saat kaçta eve geldiğini de adı gibi biliyordu.

O çocukcağız eve gelip kapıyı çekince nasıl da mutlu oluyordu. Demek ki akşam olmuştu. Demek ki birazdan sevgili eve gelecekti. Demek ki bir gün daha, evet bir gün daha, geçmişti!

***

Demek ki hayat beni sana bir gün daha yaklaştırmıştı, oğlum.

Evet; tüm o tuvalet ziyaretleri, uyku problemleri, reflü sancıları, zorunlu ev istirahatleri, endişeler… Hepsi senin için, hepsi sana sağlıkla kavuşabilmek için.

Belki büyüdüğünde eve gelip yüzümüzü bile görmeden odana kapanacaksın.

Belki bizi beğenmeyeceksin.

Siz ne bilirsiniz ki diyeceksin.

Haklı da olacaksın tatlım. Eminim ki her şeyi bizden daha iyi bileceksin, her zaman bizden 
daha iyisini yapacaksın; olması gereken de bu.

Ben sana bizim neyi bildiğimizi söyleyeyim.

O da tek bir şey...

Biz en iyi sevmesini biliriz, oğlum.

Başka da bir halt bildiğimiz yok.


24 Kasım 2014 Pazartesi

Yeni Bekarlar

Dünya değişirken ilişkiler konusundaki algılar da değişiyor.

Yalnız yaşamak, önceleri evlenmemiş olmanın bir sonucu olarak görülürken, artık bir tercih olarak önümüze çıkmaya başladı.


Artık spor salonları kendine daha çok vakit ayırabilen bekârlarla dolu, 1+1 evler revaçta, tek başına yurtdışına seyahat edenlerin sayısı artıyor. 

Bir önceki akşam telefonda konuştuğumuz arkadaşımızın sabahın köründe paylaştığı, üzerine ince bir tabaka reçel sürülmüş kruvasan fotoğrafı artık Google görsellerinden değil bizzat gerçek hayattan geliyor. Bir diğer deyişle “Aklıma esti. Cumartesi sabahı atladım uçağa Paris’e gittim şekerim” efsanesi gerçek oluyor.

İlişkisi olanlar için ise durum tam olarak da böyle olmayabilir...



Gözlemlediğim önemli değişimlerden bir diğeri de yalnız yaşamayı tercih edenlerin zamanlarını eskiye göre çok daha farklı ve kaliteli değerlendiriyor olmaları. Düşünüyorlar, yenileniyorlar, kendilerini yeniden keşfediyorlar. Kimi tiyatro kursuna başlıyor, kimi iron-man olmaya karar veriyor, kimi nefes terapisti oluyor, kimi ise içindeki ressamla tanışıyor.


Önceleri bir birliktelik içinde olanlar bekârlara caka satarken, şimdilerde tam tersi; anlayacağınız neredeyse bir ilişki içinde olduğumuz için üzüleceğiz!

Öte yandan, bakıyorum da bekâr hayatının sunduğu tüm bu güzelliklere rağmen günün sonunda çoğumuz hâlâ bir ilişkiye sahip olmayı tercih ediyoruz.

Neden mi?

Önceleri olsa aşk, tutku, hayatı paylaşma isteği diye sıralamaya başlardım.

Fakat dünya dönüyor ve bu nedenler de değişiyor.

Günümüzde pek çok kişinin sınıf atlamak, sosyal statü sahibi olmak için evlendiğini gözlemliyorum.

Bunu nerden mi çıkarıyorum? Açıklayayım.

Sizlerin de fark ettiğinden şüphem yok. Günümüzde evlilik süreci inanılmaz bir ihtişama nail oldu.

Bir defa çiftlerin geçtiği tüm aşamaları sosyal medya üzerinden takip ediyoruz. Hatta takip etmekten öte paylaşımlarına maruz kalıyoruz.

Evlilik teklifi yapıldığı an çiftimizin adına bir hashtag oluşturuluyor ve biliyoruz ki en azından balayından döndükleri güne dek bu hashtag hayatımızın bir parçası olacak.
Paylaşımlar tektaşa yakın plan bir çekimle başlıyor, söz günü kurdele kesim anından bir kareyle devam ediyor. Ardından nişan seremonisinden taze gelin mahcupluğunda ama aynı zamanda hedefe yaklaşmanın verdiği özgüveni içeren bir poz görüyoruz.

Her birimiz Osmanlı Hanedanı’na yaraşır birer sultan olduğumuzdan müstakbel gelinimizin kına gecesinde ihtişamlı kaftanlar giyip, kayınvalidenin hediyesi pırlanta takımları takarak altın varaklı bir tahta oturduğu pozu görünce şaşırmıyoruz.


Hatta aynı gece tkaftanını çıkarıp kısacık beyaz mini elbisesini çektiğinde, tacını çıkarıp beyaz bir duvak taktığında ve bu halde piste muhteşem bir dönüş yaparak Black Eyed Peas eşliğinde dans etmeye başladığında da şaşırmıyoruz. 



Çiftimizin paylaşımları düğünde piste gelen shot’ların ve parti şapkaları-gözlükleri takmış gençlerin kendinden geçmiş fotoğraflarıyla son hız devam ediyor.

Balayında Maldivler’e gitmeyeni taşladıklarından; okyanus, palmiye, köpek balığı gibi unsurlar içeren Uzakdoğu temalı paylaşımları da gördükten sonra takipçiler olarak derin bir nefes alıyor; hele ki Sabiha Gökçen Havaalanı’ndaki check-in’leri gördükten sonra derin bir iç huzura kavuşuyoruz.

Tebrikler. Tüm gerekli aşamalardan geçerek evlendiniz ve elimde tuttuğum bu safi altından yapılma sosyal statüye hak kazandınız.

Bonus kazanmak isterseniz evliliğin ilk dönemleriyle ilgili manuel’i ekte bulabilirsiniz: Bir adet hanımın yaptığı etli nohut yemek fotoğrafı, bir adet yeni yuvanızda patlamış mısır ve DVD qeyfi fotoğrafı, bir adet diğer evli arkadaşların evde ağırlanmasına ait video, baş başa yapılan yurtdışı seyahatlerine ait anılar ve fotoğraflar (sayı sınırı yok), ödülünüzü daha da kalıcı kılmak isterseniz tercihen rahime düştüğü andan başlayan hamilelik fotoğrafları...

Biz başa dönelim… Amacımız bir ilişki sahibi olmak ve hayatı paylaşmaktı.

Acaba bu süre içerisinde takipçilerimizle paylaştığımız kadar şeyi eşimizle de paylaştık mı?

Bir ömür devam ettirmeye söz verdiğimiz ilişkimiz için neler yaptık?

Birbirimizi tanımak yerine, birbirimizi başka insanlara tanıtmakla uğraştık.

Ve tüm bunlar bitip gerçek hayata, gerçek hislerimize döndüğümüzde bu insanı hiç tanımamış olduğumuzu fark ettik.

Belki de bazılarımız en başa, sıfır noktasına döndük.

Belki de bazılarımız tekrardan yalnız yaşamayı tercih ettik.


Belki de bazılarımız kendimizi bir Cumartesi sabahı Paris’te tek başımıza espresso’muzu yudumlarken bulduk:  #benneyaptım?



19 Kasım 2014 Çarşamba

İnternet Anneleri

Küçüklüğümden beri insanların hayatları ilgimi çekmiştir. Magazin boyutundan ziyade nasıl bir hayatları var, neyi neden yapıyorlar gibi konuları merak eder ve anlamlandırmaya çalışırım. Takdir edersiniz ki bu çoğu zaman boş bir çaba oluyor. Neden belli şekillerde davrandığımızın altında öyle karmaşık bir sistem var ki, başkalarını bırakın kendimiz için bile bu soruları doğru cevaplayabildiğimizden emin değilim.

Yine de merak işte… O kadar güçlü bir duygu ki insan önüne geçemiyor. Çocukken içini açıp bir daha birleştiremediğimiz radyolar gibi. Doğru sebepleri bulamayacağımı bilsem de elimde değil, sorgulamak zorundayım.

Sosyal medya sayesinde bu oyunu eskisine göre çok daha kolay oynayabiliyorum; çünkü özel hayatını binlerce kişiye açmaya hevesli pek çok insan var.

Asıl şaşırtıcı olan ise, bu hayatları çılgınlık derecesinde yakından takip eden bir o kadar daha insan olması.

Erken doğum riski nedeniyle zorunlu yatak istirahati verildiğinden vaktim boldu. Şu takipçi listemi biraz değiştireyim de havam değişsin derken kendimi İnstagram annelerinin dünyasında buldum. Aman tanrım! Ben neler kaçırıyormuşum!


10.000-20.000 arası takipçisi olan ve bir fotoğrafı 500-1000 arasında like alan hesaplardan bahsediyorum. İnanılır gibi değil.

Bunun neresi şaşırtıcı diyebilirsiniz. 1000’den fazla like alan binlerce hesap var. Var tabii ki… Fakat hiçbiri o kadar beğeniyi kendi yavrusunun yoğurt yeme fotoğrafıyla almıyor!

O gün bugündür kendime sorup duruyorum. Bir insan neden hiç tanımadığı bir insanın bebeğinin yoğurt yeme fotoğrafını beğenir? Ve tam 999 kişi daha bunu yapar?

Bir akım falan olmalı… Ya da sahte hesap… İlk etapta aklıma başka mantıklı açıklama gelmiyor.

Sonra fotoğraflara yapılan yorumlara bakıyorum. Bunlar sahte hesap olamaz.

“Merhaba X Hanım, ne kadar zarif ve güzelsiniz. Doğum kilolarınızı nasıl verdiniz? Bende 10 kilo kaldı. Vallahi bravo!”

“Merhaba X Hanım, çocuğunuzun hayranıyım. En büyük zevkim akşamları instagram’a girip onun fotoğraf ve video’larını izlemek. Hatta oğlum da ona bayılıyor.”

“Çocuğunuzun üzerindeki kaban nereden acaba?”

“Ayakkabılarınız ve çantanız ne kadar uyumlu. Nereden aldınız acaba?”

“Arka planda duran tabak ne kadar şeker. Nereden aldınız acaba?” (Arka planda duruyor dediği tabağı fark edebilmem için fotoğrafı uzun bir süre daha incelemem gerekti. Ne göz varmış arkadaş…)

Emin olabilirsiniz bunlar gerçek yorumlar.

Dahası da var.

“Sizce çocuğuma uyku eğitimi vermeli miyim?”

“Sizce çocuğumu kundaklamalı mıyım?”

Hoppalaaaa…

Aklım almadı. İnat ettim, daha çok anne takip ettim, daha çok yorum okudum.

Bunları düşünürken televizyonda bir reklama rastladım. Mustafa Sandal son derece lüks bir arabaya biniyor, yeşillikler içinde kaymak gibi bir yolda arabasını sürüyor ve ihtişamlı bir villanın önüne park ediyor. Arabadan çıkıyor, bahçede onu bekleyen dünya güzeli karısını öpüyor. Sonunda bir konut projesinin reklamı olduğunu anlıyoruz.


Biz bu reklamları severek izliyoruz; çünkü bize sadece o konutu değil, o hayatı vadediyorlar. Ve bizler o hayata sahip olma fikrine bayılıyoruz.

Benzer şekilde izlenme rekorları kıran birkaç diziyi düşünelim. İkinci Bahar, Asmalı Konak, Yaprak Dökümü, Öyle Bir Geçer Zaman Ki… Tümünün senaryosu birbirine sımsıkı bağlı güçlü bir aile teması üzerine kurulu. Ali Haydar Usta, Seymen Ağa, Ali Rıza Bey, Cemile Hanım… Hepsinin yegâne çabası ailelerini bir arada tutmak.

Çoğumuzun ailesi birbirine yamuk yapanlarla dolu olsa da, toplumumuzun en önemli değerlerinden biri aile. Bu dizileri de -tıpkı reklamda olduğu gibi- bize sahip olmak istediğimiz hayatı sundukları için severek izliyoruz.



1000 like’ın sebebi de burada yatıyor belki.

2 göz evlerimizde, bir yandan bütün gece uyumamış bebeğimizi pışpışlayıp bir yandan yorgunluktan zor kalkan kollarımızla saçlarımızı toplamaya çalışırken, bir odada dağ gibi ütümüz, öteki odada fişe takılı süpürgemiz bekleyedursun, internet başına geçip hayal ettiğimiz hayatı yaşayan anneleri görmek bize iyi geliyor.

Biz böyle bir rutin içindeyken İnstagram annemiz mükemmel bebeğini saat 8’de uykusundan uyandırıyor, uzun bir duş aldıktan sonra hashtag’te belirttiği bakım kremini sürüyor, saçlarına maşa yapıyor, skinny pantolon üzerine tuniğini giyiyor, bir koluna uzun şık çizmeleriyle uyumlu çantasını, diğer koluna üzerindeki tunikle bir örnek giyinmiş kızını takıyor, asansörde bir selfie çektikten sonra bir poz da arabasının direksiyonunda veriyor.



Sonra gelsin like’lar, gelsin yorumlar

“Duş almaya nasıl vakit buluyorsunuz?”

“Maşayı evde kendiniz mi yapıyorsunuz yoksa kuaföre mi gidiyorsunuz?”

“Kızınızla uyumlu kazağınıza bayıldım. Nereden acaba?”

“Çok zarif ve güzelsiniz. Size hayranım. Bir yandan çocuk bir yandan bu kadar bakım, bravo vallahi”

Gördüğüm en bomba yorum da şu oldu: “Arabanızın markası ne acaba?”

Sahip olmak istediğimiz değerleri ve hayat kırıntılarını taşıyan her şeyi izlemeyi seviyoruz. Bir parça hayalperestlik, bir parça iyimserlik, bir parça imrenme, bir parça hırs…

Tüm bu duyguları bir arada yöneten biz kadınların dünyası inanın ki çok karışık...


17 Kasım 2014 Pazartesi

Paylaşmak-Yaşamak



Bir yazımda kadınlara yüklenen rollerin yetişkin hayatlarımızı nasıl yönettiğinden bahsetmiştim.

Yazıma gelen görüşlerden biri aynı şeyin erkekler için de geçerli olduğuydu.

Cemal Süreya’nın bu şiirine rast gelince üzerinde biraz düşünmek istedim.

Nasıl biz kadınlardan iyi bir eş, anne, arkadaş, evlat, iş kadını olmamız bekleniyorsa erkeklerden de benzer şeyler beklenmiyor mu?

Baksanıza Cemal Süreya bile kabullenmiş rollerini: sevgili, eş, baba, ağabey, arkadaş.

Liste hayli kalabalık.

Hatta bizimkinden pek aşağı kalır yanı yok.

Kadın olsun, erkek olsun, hepimize biçilmiş kaftanlar var.

Sahneye onlarla çıkmak, kendi kaftanımızı dikmek ya da anadan doğma fırlamak… Tercih bizim.

Nasıl bir kadın hepsini bir arada götüremediğinde herhangi bir rolünden vazgeçme özgürlüğüne sahipse, erkek de dayanamayacağı noktada pes etme özgürlüğüne sahip olmalı.

Ben bu konuda biraz katıyım sanırım. Kadınların yükü çok fazla olduğundan taşıyamadığı noktada herhangi birini indirip yoluna devam etme lüksüne sahip olmalı diye düşünürdüm. Buna hala inanıyorum; fakat sanırım erkekleri bu lüksten mahrum tutmak çok da haklı olmuyor.  

Birbirimize bu özgürlüğü tanımadığımız sürece tek yaptığımız bir beden büyük kıyafetler giyinip, oramızı buramızı çekiştirerek üstümüze oturtmaya çalışmak ve bu esnasında karşımızdakiyle hayatı paylaşmayı unutmak olur.

Bir hayatı paylaşmak, bir bebeği paylaşmak, duyguları, tecrübeleri paylaşmak, yemeği ve emeği paylaşmak… Bana sorarsanız, paylaşmayı unutmak yaşamayı unutmakla eş olsa gerek.

İşte bu yüzden özgür bırakmalı birbirini. Bırakmalı ki denesin, çıkarsın, tekrar giysin, aynada bir kez daha baksın, belki bir süre kullanıp sonra iade etsin… Ama emin olsun, ne yapmak istediğinden. Emin olsun ki paylaşmayı unutmasın. Emin olsun ki yaşamayı unutmasın.







15 Kasım 2014 Cumartesi

Pretty Hurts (Güzellik Acıtır)

Yetişkinlere soruyorlar: “Vücudunuzda nerenizi değiştirmek isterdiniz?”

 - Kulaklarım çok büyük
 - Cildim sivilceli
 - Doğum sonrası çatlaklarımı sevmiyorum
 - Alnım fazla geniş
 - Keşke daha büyük gözlerim olsa

Aynı soruyu çocuklara yöneltiyorlar

 - Denizkızı kuyruğum olsun isterdim
 - Çita kadar güçlü bacaklar
 - Bilmem… ben vücudumu seviyorum

Bana sorulsa ben de bülbül gibi şakımaya başlardım. Biraz boyu uzatalım, kalçaları törpüleyelim, üst bacağı hafif incelttik mi… dur dur, gözleri de açalım büyük dursun…

Sonra düşünüyorum. Bu değişiklikleri yapsam ben, ben olacak mıyım?

Bunları düşünürken aklıma Rene Zellweger’in son hali geliyor. Kendisi yukarıda bahsettiğim benzeri bir sürecin kurbanı olsa gerek. Yanaktaki yağları alalım, burunu biraz daraltalım… Tamaaam… Alnı da azıcık botox’ladık mıydı… derken kendisi olmaktan tamamıyla çıkmış.



Zellweger yeni halinden memnun olduğunu söylese de, ben kendinden tanınmaz hale gelecek kadar uzaklaşmanın çok acı olduğunu düşünüyorum.

Aslında ara sıra kendinden ruhen uzaklaşmak sağlıklıdır. Nefes alırsın, silkinirsin, algılar açılır. Şahsen ben  bunu sık sık yapıyorum. (Sizde böyle bir durum yoksa korkmayın, anormal değilsiniz. Ben bu git-gelleri İkizler burcu olmama, biraz da fazla hayalci kişiliğime borçluyum.)

Fiziksel uzaklaşma ise kulağa oldukça korkutucu geliyor.

İzleyenler bilir, bir zamanların efsanevi dizisi vardı: Nip-Tuck. Sınırlarda gezinen bir senaryoya sahipti. Bir fırsatım olsa dizinin senaristlerine tek bir sorum olur: “Çok affedersiniz ama bu neyin kafası?” Onlara en yakın gördüğüm kafayı gerek konuşmaları gerekse inanılmaz şarkı sözlerinden Yıldız Tilbe’de gözlemliyorum.




Gerçi çok beğensem de diziyi sonuna kadar izleyemedim. Güzelim Julia’nın cüce kardeşimizle yatak sahnesini gördükten sonra sanırım yapamayacağım diyerek diziye erkenden veda etmek durumunda 
kalmıştım.

Bu dizide kendi isteğiyle kendinden fiziksel olarak uzaklaşma olgusu oldukça derinlemesine işleniyordu. Kadın-erkek fark etmeden insanlar bazen ellerinde bir fotoğraf, bazen sadece kafalarında bir hayalle McNamara-Troy ofisinden içeri adım atıyorlar ve görüşme hep aynı cümleyle başlıyordu: “Tell me what you don’t like about yourself”

Peki ne oluyor da çocukken “değiştirmek istediğim bir şeyim yok” noktasından yola çıkıp kendimizi McNamara-Troy ofislerinde buluyoruz? Ne oluyor da sıcacık gülümsemesiyle içimizi ısıtan Rene Zellweger olabildiğine sıradan bir kadın görünümüne dönüşüyor? Hem de kendi isteğiyle…

Bunları düşünürken yine Nip-Tuck’a dönüyorum. Dizinin ikinci sezonuna fiziksel güzelliğin şeytani olduğuna inanan ve bu yüzden onu dünya üzerinden silmeye kendini adamış bir karakter giriyor: “The Carver”. Carver, kurbanlarının dudaklarının kenarlarına iki uzun çizgi kazıyarak yüzlerine hiç silinmeyecek acı bir tebessüm yerleştiriyor ve her seferinde kulaklarına fısıldıyor: “Beauty is a curse on the world. It keeps us from seeing who the real monsters are.”



Güzellik olgusunun üzerimize bir lanet gibi çöktüğüne katılıyorum. Ne yazık ki dünyada tek tip bir güzellik algısı var ve insanlar bu kalıba girmek için o kadar hevesliler ki, uğruna kendileri olmaktan bile vazgeçebiliyorlar.

Güzellik olgusu dinamik, çağa ayak uyduruyor, her geçen gün evrimleşiyor ve değişiyor. Bir ara skinny olmak, sarışın olmaktı. Şimdilerde mükemmel büyüklükte kalçalara sahip olmaya dönüştü. Kimbilir birkaç yıl sonra yeni tanım ne olacak…

Güzelliğin yeni tanımı ne olursa olsun odağında hep tek tipleşme olacak.

Özgünlük yerine olağanlaşmayı ödüllendirdiğimiz sürece güzellik olgusu dünyamızı ve bazılarımızın hayatını yönetmeye devam edecek gözüküyor.


Bu yazıyı dünyadaki mevcut güzellik olgusunun mimarlarından biri olan Beyonce’nin yeni albümündeki “Pretty Hurts” şarkısıyla sonlandırmak istedim. Sizi bilmem ama ben bu sözleri Beyonce’nin acı bir haykırışı olarak yorumluyorum.

Pretty hurts
We shine the light on whatever's worst
Perfection is a disease of a nation[...]
Tryna fix something
But you can't fix what you can't see
It’s the soul that needs surgery


13 Kasım 2014 Perşembe

Uslanmayanlar

Size de oluyor mu?

“Haydi Bismillah” diyerek bir işe girişememek.

Hep sonunu düşünmek.

Hep “Nasıl Olur”a kafa yormak.

Bunları yaparken zamanın akıp gittiğinin farkına varmamak.

Bir anda yılların geçtiğini görünce de anlamsızca kendine sinirlenmek. Sanki sinirlenmek geçip giden zamanı geri getirebilecekmiş gibi…

Başıma ne geldiyse işi oluruna bırakamamaktan geldi.

Hayırlısı kelimesini çok kullanırım ama belli ki “Hayırlısı Felsefesi”ni içselleştirememişim.

Her şey önceden planlanacak, belli kalıplara oturacak, bir zaman planı olacak, adım adım gerçekleştirilecek ve en sonunda da… en sonunda ne olacak? Plaket alacağım herhalde. En başarılı proje yönetimi plaketi!

Eyvah Eyvah filminde Hüseyin’le Müjgan arasında çok güzel bir diyalog vardı. Bu konu üzerine her kafa yorduğumda aklıma gelir. Filmi izlerken “heh işte!” demiştim. Hüseyin tüm düşündüklerimi tek kelimede özetledi.

Hüseyin Badem: Ben hiç plan yapmıyom

Müjgan: Neden?

Hüseyin Badem: E tutmuyo!      



Tek bir kelime…”Tutmuyo”

Ağzına sağlık Hüseyin. Tutmuyo tabii… Kontrol edemediğimiz onca şey varken nasıl tutabilir ki zaten?

Kendi hayatımda defalarca ciddi şekilde uyarıldım. Ne yazık ki hala dersimi almışa benzemiyorum.

Hayatımla ilgili yaptığım master planın bebek sahibi olma dönemine girdiğimde karaciğerimde kafam kadar (abartmıyorum, 10 cm çapında) ne olduğu belirsiz bir kist bulundu. “Acil ameliyat olmazsan ilerde bir zaman organ nakli olman gerekebilir. Yalnız şu an olman gereken ameliyatın da %5 mortalite riski var.” dendi. Böyle zamanlarda filmlerdeki gibi etrafımdaki her şey flulaşıyor. Dümdüz olan hastane merdivenleri bir sarmal gibi gözüktü gözüme. Alice gibi tavşan deliğinden içeri girmiş ve bir boşluğa yuvarlanmıştım. Kusmak, bayılmak, ağlamak istedim. Güçlüyüm ya, bana yakışmaz. Kısa bir süre her şey yolundaymış gibi davrandım.



Tüm planlarım benimle beraber serbest düşüşe geçmiş ve cumburlop suya düşmüştü.

Bu tip durumlarda şiddetli bir ağlama krizi geçirmeden, hıçkırıklara boğulmadan duygu selini atlatamıyorum. Bir güzel böğüre böğüre ağladıktan sonra kafamı çalıştırmaya başladım.

Başka doktorlara gittim, görüşler aldım ve kararımı verdim. Risk alacak, önce bebeğimi doğurup ardından ameliyat işleriyle ilgilenecektim. Hem belki o zamana kadar teknoloji gelişirdi ve ameliyat olmama gerek kalmazdı. (1 senede teknoloji ne kadar gelişecekse… Öyle demeyin, umut fakirin ekmeği)

Harika! Ufak bir revizyonla master plana tam gaz devam ediyordum.

Derken… İkinci uyarı geldi.

Hamileliğimin kâbus gibi geçen ilk 3 ayını atlatmıştım ki aniden bir kanama geçirdim. Bebeğimi kaybetmiş olabilirdim. Aksi gibi bayramın ilk gününe denk geldiğinden ve İstanbul dışında olduğumuzdan her şeyin yolunda olup olmadığını anlamak için bir süre beklememiz gerekti. O bir süre, benim için bir ömür gibi geçti.

Bebeğimin iyi olduğunu söylediklerinde inanamadım, emin olmak istedim, 3 farklı doktora göründüm. Kendi gözlerimle ultrasonda bıcır bıcır hareketlerini görsem de hala ağzımdan çıkan her kelimeye ağlak bir ses tonu eşlik ediyordu. “İyi değil mi?”, “İyi değil mi?”… Anladım ki, ben çoktan anne olmuştum.

Her gece hiçbir anne adayının böyle bir kaybı, ya da böyle bir korkuyu yaşamaması için tüm kalbimle dua ettim.



Bir süre sonra normal düzenimize döndük ve ben kendimi master planımın sıcak kollarına bıraktım.

Derken… Üçüncü uyarı geldi.

Bebeğim henüz 7 aylıkken (aslında tam olarak 30. Haftada) erken doğum riski saptandı ve doğum olana kadar, yani koskoca 2 ay boyunca, sıkı yatak istirahati verildi.

Doktorum “Bu bebek geliyor” dediğinde eşimle ikimizin gözleri fal taşı gibi açılmıştı: “Neeee????”

Bebeğim henüz çok minikti. Kıyamazdım ki ben ona!! Üstelik doğum yapmaya hazır değildim.

Onu kaybetme korkusunu bir kez daha yaşamak beni tekrar yere yapıştırdı.

Yine etrafımdaki her şey flulaştı. Koptum, iç dünyama çekildim. Kafamda sorular, endişeler, planlar… Alt üst olmuştum. Aval aval etrafıma bakıyordum.

Ertesi gün işe gittim, pılımı pırtımı toplayıp apar topar izine ayrılmak durumunda kaldım. İş devri için ajandamda detaylı bir zaman planım vardı. Üstelik veda pastası kesecektim, doğumla ilgili güzel dilekleri dinleyip moral bulacaktım. Şirketteki arkadaşlarımın yanına uğrayarak tek tek vedalaşacak, güle oynaya izine ayrılacaktım.

İzine ayrıldıktan sonra evde oğlumun gelişi için son düzenlemeleri yapacaktım. Onunla uzun uzun konuşacaktım. Şarkılar dinleyip tekmeler eşliğinde heyecanla dans edecektik. Tek başıma AVM’lere gidip avare avare dolanacak, Starbucks’ta bir kahve eşliğinde mozaik pastamı yiyecektim. Yanımdan geçen ve koca göbeğimi gören annelerle, kader ortaklığımıza istinaden sıcak bir tebessüm eşliğinde selamlaşacaktık.

Bebek’e inecektim. Pastırma sıcakları yaşadığımız şu günlerde Kasım ayında incecik bir hırkayla parkta oturmanın keyfine varacak, mis gibi boğaz havası alacaktım. Sadece birkaç hafta sonra buraya oğlumla gelecek olmanın hayallerini kuracak, güzel günü Baylan’da taze bir dilim pastayla taçlandıracaktım.

O günlerin hayalini kurmak bile çok çok güzeldi, gerçekleştirmek kısmet olmadı.

Varsın olsun. Yapamadıklarımıza hayıflanmaktansa, sahip olduklarımız için şükretmek lazımdı.

Başka ne gelir elden?

Hala uslanmayan bendeniz, şimdilerde doktorumu doğum ne zaman olacak diye sıkıştırmaya başladım. Aklım sıra plan yapacağım.

Bir tahmini var ama epey geniş bir aralık, beni kesmedi tabii! 

Eşimin söylediğine göre dün gece ilk defa uykumda sayıklamışım.

Sanırım bunları söylüyordum. “Hayır, ne zaman, hayır, planlamam lazım, doktor bey, belirsizlik, beklemek, zor, çok zor… Haaaayıır”

Şu an tek yapabildiğim bütün gün uzanmak ve beklemek. Üstelik bunu ne kadar uzun süre yapacağım da belirsiz.

Benim için daha mükemmel bir ceza düşünülemezdi!



Merak ediyorum. Acaba acıya acıya öğrenecek miyim sonunda? Yoksa hayatla inatlaşmaya devam edecek miyim?

En uslanmazı bile bir tokatla yerine oturtabilir mi hayat? Ne dersiniz?

***



Not: Bir arkadaşım bir önceki yazımı okuduktan sonra, Que Sera Sera şarkısında kızın annesine haksızlık ettiğimi söyledi. Çünkü annenin cevabı “Que Sera Sera, Whatever will be will be, The future’s not ours to see, Que Sera Sera” oluyor. Doğru tespiti için teşekkür ediyorum. O zaman annenin cevabı bana ve tüm uslanmadan plan yapmaya devam edenlere gelsin: “Whatever will be will be, The future’s not ours to see…”

11 Kasım 2014 Salı

Hoşgeldin Kadınım



Ben güçlü bir kadınım.

Bence hepimiz öyleyiz.

Öyle olmadığını düşünenlerimiz, eminim ki kendilerini azımsıyorlar.

Kadın dediğinin hayatı zaten bir mücadeleden ibaret değil mi? Dünyaya geldiğimiz gibi başlıyor her şey.

Ufak bir kız çocuğunu düşünün.

Ne deriz hep? Bizim oğlan saftirik, ama kıza bak “cingöz”!
Evet biz cingözüz, çünkü öyle olmak zorundayız. Çünkü cingöz olmayanlarımız doğal seleksiyonla çoktan elenmiş bile! Hayatta kalmak için ön şartımız bu: cingöz olmak, cadı olmak, hakkını savunmak…

Küçüklükte erkek çocukların ellerinde buldozerler, traktörler olur ya hani… Vınnn vınnn oynarlar. Güçlü olmak, ezip geçmek, kuvvet kullanmak… Bunlar yazılır bilinçaltına.

Peki bizimkine ne yazılıyor dersiniz? Elimizdeki 90-60-90 sarışın barbilerle ne yazılabilir ki? İncecik olmalısın, güzel olmalısın, (Aslında “güzel” kelimesi anlatmak istediğimi tam olarak karşılamıyor, affınıza sığınarak İngilizcesini söyleyeceğim: pretty) mümkünse sarışın olmalısın ve çok sevimli bir gülüşün olmalı.

Çoğumuzun bildiği şarkıda bile küçük kız çocuğu Sera anneciğine ne soruyor: “When I was just a little girl. I asked my mother, what will I be? Will I be pretty? Will I be rich?”

Hiçbir erkeğin annesine bu tarz bir soru sorduğunu sanmıyorum.



Sadece güzellikle kalsa iyi. Yıllar geçtikçe roller artıyor ve 30’lu yaşlara gelince az çok bu hali alıyor. Kariyer sahibi bir iş kadını, bakımlı ve tabii ki “güzel” bir kadın, sevgi dolu bir anne, iyi bir eş, iyi bir dost… Bir de tabii ki vefalı bir kız çocuğu (çünkü ne derler? Erkek çocuk vefasızdır şekerim, hastalıkla biz kim bakacak? Kızlarımız! Tabii ki kızlarımız ya… Başka rol var mıydı kalan? Onu da alayım şu kenara…!)

Bana sorarsanız bu kadar rolün hepsinin hakkını vermek teorik olarak mümkün değil. Kendime bunu hatırlatarak teselli bulduğum doğrudur. Hepinize aynısını tavsiye ederim!

Tabii her ne kadar teselli olsak da bilinçaltı dürtüp duruyor. Gece kafayı yastığa koydum mu iş hayatındaki entrikalardan başlıyor, en son ne zaman manikür yaptırdığıma uğruyor, babamın sağlık durumuyla ilgilenmem gerektiğini bir kenara yazıyor, aramayı unuttuğum arkadaşımı kendime hatırlatıyor, sabah çıkmadan nohutu ıslatayım da akşama yine dışardan yemeyelim’de bitiriyorum. Sonra sabah on saatlik derin uykusundan tüm enerjisiyle uyanmış kocam “Hayırdır tatlım, neden uykusuzsun?” diye soruyor. Söyleyin bana, ne diyeyim şimdi ben?

Zincirlerini kıran yok mu aramızda? Elbet var ve onları can-ı gönülden tebrik ediyorum. Hatta bunu başaran bazı lise arkadaşlarımın Facebook’taki paylaşımlarını gördükçe delicesine imreniyorum. Ne de olsa kıskanmak da genlerimizde kodlanmış.

Ne yazık ki ben onlardan biri değilim.

Ben hepi topu hayatımın ilk 5 yılında, henüz kendi özgür iradem yokken, bilinçaltıma enjekte edilmiş bir hayali gerçekleştirmek için çırpınıp duran bir kız çocuğuyum.
                                              


Bu farkındalık biraz koyuyor başta insana. Onursuz bir mücadele gibi geliyor her şey.

Ama öyle değil…

Her nasıl olduysa oldu, ben bu hayali içselleştirdim ve ömür boyu sürecek bir mücadeleye baş koydum demeli insan.

Ve bu zorlu yolda bata çıka savaşmaya devam ettiği için gurur duymalı kendiyle.

Aralarda bocalamak, isyan etmek, sevgili erkeklerimiz yataklarında mışıl mışıl uyurken uykusuz geceler geçirmek, zaman zaman “zaten olması gereken bu” şeklinde düşünen empati yoksunları tarafından mücadelemizin hafife alınmasını göğüslemek… Tüm bunlara rağmen mücadelesine devam eden kadınlarız biz, çok ama çok güçlü kadınlarız.
Sadece bu yüzden bile el üstünde tutulmayı hak ediyoruz.

Nazım’dan gelsin o zaman, el üstünde tutulmayı hakeden tüm güçlü kadınlarımıza…

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
yorulmuşsundur;
nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını
ne gül suyum ne gümüş leğenim var,
susamışsındır;
buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim
acıkmışsındır;
beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam
memleket gibi yoksuldur odam.

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin
ayağını basdın odama
kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi
güldün,
güller açıldı penceremin demirlerinde
ağladın,
avuçlarıma döküldü inciler
gönlüm gibi zengin
hürriyet gibi aydınlık oldu odam...

Hoş geldin kadınım benim hoş geldin.