Before
Sunrise, Before Sunset, Before Midnight
Hayatı ve
ilişkileri sorgulayan, tek kelimeyle büyüleyici bir üçleme.
İzledikten
sonra kafamda o kadar çok fikir dolaşmaya başladı ki, not almaya yetişemedim. Yakalayamadığım düşüncelerimin ilerleyen
zamanlardaki yazılarımda bulundukları yerden çıkıp kendilerini göstereceğini
umuyorum.
İlk film
olan Before Sunrise ile kadın-erkek ilişkilerine romantik bir giriş yapıyoruz. Henüz 23 yaşında olan Jesse ve Celine
Budapeşte’den hareket eden bir trende ayrı ayrı seyahat ederken ilginç bir
şekilde tanışıyorlar. Orta yaşlı bir çiftin arasında geçen şiddetli bir tartışmaya
şahit oluyor, anlamayan gözlerle birbirlerine bakıyor ve karşılıklı
gülüşüyorlar. Bir nehrin kenarında el ele dolanan, yerdeki çakılları içine atıp
oluşturduğu daireleri izleyen iki ufak çocuk gibiler. Hayatın kenarında geziniyor,
tatlı bir naiflikle sorguluyor, anlamlandırmaya çalışıyorlar.
Biz bu çifti
çok seviyoruz. Onların saflığını, hayatı anlama çabalarını, cinsel tutkularına
karşı koyamamalarını ve en çok da trende tanışılan bir yabancıyla Viyana
sokaklarında sabaha kadar yürüme özgürlüklerini seviyoruz.
İkinci
filmde ise çiftimizi 30’lu yaşlarına gelmiş ve nehre ayaklarını sokmuş halde
buluyoruz. Hayatlarına bir miktar gerçeklik tozu serpilmiş olsa da çiftimiz
hala son derece romantik. Paris sokaklarında volta atıyor, minik bir kafede
oturuyor, Seine Nehri’nde yol alıyorlar. Hala gençler; fakat diyaloglar daha
çok evlilik, çevre, hayattan beklentiler gibi konular etrafında dolanıyor.
9 yıl
ardından onları ne kadar sevdiğimizi tekrar hatırlıyoruz. Olgunluk yakışmış diyoruz. En çok da geçen onca zamana rağmen
içlerindeki kaybolmamış romantizmi seviyoruz.
Bana kalırsa
serinin en çarpıcı filmi son film olan Before Midnight.
Peşinen
söyleyelim. Bu filmde onları hiç sevmiyoruz. Çünkü bu sefer bize sahip olmak
istediğimiz hayatı değil, içine düşmekten korktuğumuz hayatı hatırlatıyorlar.
İlk filmde
başlayıp ikincide hafifleyerek devam eden romantizm, bu filmde neredeyse
tamamen kaybolarak yerini acı bir gerçekliğe bırakıyor ve izleyiciyi bir tokat
yemiş gibi sarsıyor.
İşte gerçek hayat! Aşk mı demiştiniz?
İşte bu!
diyor sanki…
Öyle sert geliyor
ki, film bittiğinde kendime söylediğim ilk şey keşke ilk filmi izleyip bıraksaydım oluyor. Keşke devamını görmeseydim, keşke filmin sonunu kendi kafamda çekseydim.
Böylece romantik bir şekilde başlayan bu aşk, Jesse ve Celine’in 50 yıllık
mutlu evliliğiyle devam eder, ölüme bile el ele tutuşarak gitmeleriyle sonlanırdı.
Celine somut
hedefleri olan hırslı bir kadın; fakat kafasında bazı çelişkiler var. Hatırlarsanız
ilk filmde hayatının bir erkeğin
etrafında dönmesi fikrinden hoşlanmadığını ama öte yandan sevmek ve sevilmeye
çok değer verdiğini söyleyerek bize bunun ipuçlarını vermişti.
Bu son film
ile Celine’in ilerleyen yaşlarda da bu çelişkiyi çözemediğini, hatta onun esiri
olduğunu görüyoruz. Sevgiye değer verdiği için aşık olduğu Jesse’yle bir hayat
kuruyor; fakat bu tercihi yaparak aynı zamanda kendini aile etrafında dönen bir
hayata hapsetmiş ve kişisel hedeflerinden feragat etmiş bir halde buluyor.
Celine meşhur
otel odası sahnesinde almış olduğu kararlar için kendine kızıyor olsa da, bunun
acısını haksız bir şekilde Jesse’den çıkarıyor. İşte bu noktada artık
karakterlerimizin bir zamanlar etrafında dolandıkları nehrin içine tamamıyla battıklarını
görüyoruz; buz gibi gerçeklerle donatılmış soğuk mu soğuk bir nehir!
Jesse akıntıya
karşı yüzmeye çabalayan bir balık gibiyken, Celine onu parçalamaya odaklanmış vahşi
bir avcıya dönüşüyor. Asıl problem kendi hayatıyken, konuyu Jesse’nin eski
karısına, çocuğuyla ilişkilerine, yazdığı kitaplara getiriyor.
Sonraki
sahnelerde gerilim iyice tırmanıyor ve Celine karşı tarafı en hassas
noktalarından vurarak bizlere kadınların canları acıdığında ne kadar gaddar olabileceğini
gösteriyor.
Önce Jesse’nin
sevişmesini küçümsüyor. Aman Tanrım
diyorum izlerken, bilerek bel altı
vuruyor. Şaşırmama fırsat kalmadan hırsını alamayan Celine’in öldürücü
darbeyi sona sakladığını görüyorum: “Artık seni sevmiyorum Jesse.”
Kendi
acılarından arınmak için karşı tarafın canını acıtan, Jesse’yi bir kum torbası
gibi kullanan Celine, onu öylece odada bırakıp çıkıyor.
Ve film Jesse’nin
odadan çıkıp Celine’in yanına gelmesi, sakin bir şekilde, hatta adeta bir baba
gibi, onun gözlerini gerçek hayata açmasıyla sonlanıyor. Sanıyorum üçleme
içerisinde beni en çok etkileyen diyalog bu oldu.
“You're just
like the little girls and everybody else. You wanna live inside some fairy
tale.
(…) But if
you want true love, then this is it. This is real life. It's not perfect, but
it's real. And if you can't see it, then you're blind.”
Son derece romantik
ve entelektüel başlayan bir aşkın bu hale gelmiş olmasını görmek… Sanıyorum ki
filmi izleyen herkesi asıl sarsan nokta bu.
Acaba
hepimiz bu halde mi bulacağız kendimizi? Her aşkın sonu bu mu? Her aşkın sonu gündelik
endişelerimizle tencerenin dibinde kalan soğan gibi kavrulup, varlığının bile fark edilemeyeceği bir hale
gelmek mi? Hepimizin sonu birbirini yiyip bitirmek mi? Aşklar hep birbirini
parçalamaktan mı beslenir?
Düşünüyorum…
Belki de tek
yapmamız gereken Jesse’nin söylediği gibi hayatın peri masalından ibaret
olmadığını anlamak.
Belki de tek
yapmamız gereken gerçek aşkın masallardaki mükemmel aşk değil, hayatın soğuk gerçekliğine
rağmen ayakta durabilen aşk olduğunu anlamak.
Çünkü bizler
gün doğumu ve gün batımı gibi gelip-geçiciyiz.
Çünkü bizler
ağır ağır rayları eskiterek geçen o trenin içindeki yolcular gibiyiz. Sadece bir süreliğine görünüyor ve sonra göçüp
gidiyoruz.
Still Here… Still here…Still here…Still
here…Gone
Not: Jesse
ve Celine’i bu halleriyle hafızama kazımak istediğim için en sevdiğim sahneyle
bitirmek istedim…