13 Kasım 2014 Perşembe

Uslanmayanlar

Size de oluyor mu?

“Haydi Bismillah” diyerek bir işe girişememek.

Hep sonunu düşünmek.

Hep “Nasıl Olur”a kafa yormak.

Bunları yaparken zamanın akıp gittiğinin farkına varmamak.

Bir anda yılların geçtiğini görünce de anlamsızca kendine sinirlenmek. Sanki sinirlenmek geçip giden zamanı geri getirebilecekmiş gibi…

Başıma ne geldiyse işi oluruna bırakamamaktan geldi.

Hayırlısı kelimesini çok kullanırım ama belli ki “Hayırlısı Felsefesi”ni içselleştirememişim.

Her şey önceden planlanacak, belli kalıplara oturacak, bir zaman planı olacak, adım adım gerçekleştirilecek ve en sonunda da… en sonunda ne olacak? Plaket alacağım herhalde. En başarılı proje yönetimi plaketi!

Eyvah Eyvah filminde Hüseyin’le Müjgan arasında çok güzel bir diyalog vardı. Bu konu üzerine her kafa yorduğumda aklıma gelir. Filmi izlerken “heh işte!” demiştim. Hüseyin tüm düşündüklerimi tek kelimede özetledi.

Hüseyin Badem: Ben hiç plan yapmıyom

Müjgan: Neden?

Hüseyin Badem: E tutmuyo!      



Tek bir kelime…”Tutmuyo”

Ağzına sağlık Hüseyin. Tutmuyo tabii… Kontrol edemediğimiz onca şey varken nasıl tutabilir ki zaten?

Kendi hayatımda defalarca ciddi şekilde uyarıldım. Ne yazık ki hala dersimi almışa benzemiyorum.

Hayatımla ilgili yaptığım master planın bebek sahibi olma dönemine girdiğimde karaciğerimde kafam kadar (abartmıyorum, 10 cm çapında) ne olduğu belirsiz bir kist bulundu. “Acil ameliyat olmazsan ilerde bir zaman organ nakli olman gerekebilir. Yalnız şu an olman gereken ameliyatın da %5 mortalite riski var.” dendi. Böyle zamanlarda filmlerdeki gibi etrafımdaki her şey flulaşıyor. Dümdüz olan hastane merdivenleri bir sarmal gibi gözüktü gözüme. Alice gibi tavşan deliğinden içeri girmiş ve bir boşluğa yuvarlanmıştım. Kusmak, bayılmak, ağlamak istedim. Güçlüyüm ya, bana yakışmaz. Kısa bir süre her şey yolundaymış gibi davrandım.



Tüm planlarım benimle beraber serbest düşüşe geçmiş ve cumburlop suya düşmüştü.

Bu tip durumlarda şiddetli bir ağlama krizi geçirmeden, hıçkırıklara boğulmadan duygu selini atlatamıyorum. Bir güzel böğüre böğüre ağladıktan sonra kafamı çalıştırmaya başladım.

Başka doktorlara gittim, görüşler aldım ve kararımı verdim. Risk alacak, önce bebeğimi doğurup ardından ameliyat işleriyle ilgilenecektim. Hem belki o zamana kadar teknoloji gelişirdi ve ameliyat olmama gerek kalmazdı. (1 senede teknoloji ne kadar gelişecekse… Öyle demeyin, umut fakirin ekmeği)

Harika! Ufak bir revizyonla master plana tam gaz devam ediyordum.

Derken… İkinci uyarı geldi.

Hamileliğimin kâbus gibi geçen ilk 3 ayını atlatmıştım ki aniden bir kanama geçirdim. Bebeğimi kaybetmiş olabilirdim. Aksi gibi bayramın ilk gününe denk geldiğinden ve İstanbul dışında olduğumuzdan her şeyin yolunda olup olmadığını anlamak için bir süre beklememiz gerekti. O bir süre, benim için bir ömür gibi geçti.

Bebeğimin iyi olduğunu söylediklerinde inanamadım, emin olmak istedim, 3 farklı doktora göründüm. Kendi gözlerimle ultrasonda bıcır bıcır hareketlerini görsem de hala ağzımdan çıkan her kelimeye ağlak bir ses tonu eşlik ediyordu. “İyi değil mi?”, “İyi değil mi?”… Anladım ki, ben çoktan anne olmuştum.

Her gece hiçbir anne adayının böyle bir kaybı, ya da böyle bir korkuyu yaşamaması için tüm kalbimle dua ettim.



Bir süre sonra normal düzenimize döndük ve ben kendimi master planımın sıcak kollarına bıraktım.

Derken… Üçüncü uyarı geldi.

Bebeğim henüz 7 aylıkken (aslında tam olarak 30. Haftada) erken doğum riski saptandı ve doğum olana kadar, yani koskoca 2 ay boyunca, sıkı yatak istirahati verildi.

Doktorum “Bu bebek geliyor” dediğinde eşimle ikimizin gözleri fal taşı gibi açılmıştı: “Neeee????”

Bebeğim henüz çok minikti. Kıyamazdım ki ben ona!! Üstelik doğum yapmaya hazır değildim.

Onu kaybetme korkusunu bir kez daha yaşamak beni tekrar yere yapıştırdı.

Yine etrafımdaki her şey flulaştı. Koptum, iç dünyama çekildim. Kafamda sorular, endişeler, planlar… Alt üst olmuştum. Aval aval etrafıma bakıyordum.

Ertesi gün işe gittim, pılımı pırtımı toplayıp apar topar izine ayrılmak durumunda kaldım. İş devri için ajandamda detaylı bir zaman planım vardı. Üstelik veda pastası kesecektim, doğumla ilgili güzel dilekleri dinleyip moral bulacaktım. Şirketteki arkadaşlarımın yanına uğrayarak tek tek vedalaşacak, güle oynaya izine ayrılacaktım.

İzine ayrıldıktan sonra evde oğlumun gelişi için son düzenlemeleri yapacaktım. Onunla uzun uzun konuşacaktım. Şarkılar dinleyip tekmeler eşliğinde heyecanla dans edecektik. Tek başıma AVM’lere gidip avare avare dolanacak, Starbucks’ta bir kahve eşliğinde mozaik pastamı yiyecektim. Yanımdan geçen ve koca göbeğimi gören annelerle, kader ortaklığımıza istinaden sıcak bir tebessüm eşliğinde selamlaşacaktık.

Bebek’e inecektim. Pastırma sıcakları yaşadığımız şu günlerde Kasım ayında incecik bir hırkayla parkta oturmanın keyfine varacak, mis gibi boğaz havası alacaktım. Sadece birkaç hafta sonra buraya oğlumla gelecek olmanın hayallerini kuracak, güzel günü Baylan’da taze bir dilim pastayla taçlandıracaktım.

O günlerin hayalini kurmak bile çok çok güzeldi, gerçekleştirmek kısmet olmadı.

Varsın olsun. Yapamadıklarımıza hayıflanmaktansa, sahip olduklarımız için şükretmek lazımdı.

Başka ne gelir elden?

Hala uslanmayan bendeniz, şimdilerde doktorumu doğum ne zaman olacak diye sıkıştırmaya başladım. Aklım sıra plan yapacağım.

Bir tahmini var ama epey geniş bir aralık, beni kesmedi tabii! 

Eşimin söylediğine göre dün gece ilk defa uykumda sayıklamışım.

Sanırım bunları söylüyordum. “Hayır, ne zaman, hayır, planlamam lazım, doktor bey, belirsizlik, beklemek, zor, çok zor… Haaaayıır”

Şu an tek yapabildiğim bütün gün uzanmak ve beklemek. Üstelik bunu ne kadar uzun süre yapacağım da belirsiz.

Benim için daha mükemmel bir ceza düşünülemezdi!



Merak ediyorum. Acaba acıya acıya öğrenecek miyim sonunda? Yoksa hayatla inatlaşmaya devam edecek miyim?

En uslanmazı bile bir tokatla yerine oturtabilir mi hayat? Ne dersiniz?

***



Not: Bir arkadaşım bir önceki yazımı okuduktan sonra, Que Sera Sera şarkısında kızın annesine haksızlık ettiğimi söyledi. Çünkü annenin cevabı “Que Sera Sera, Whatever will be will be, The future’s not ours to see, Que Sera Sera” oluyor. Doğru tespiti için teşekkür ediyorum. O zaman annenin cevabı bana ve tüm uslanmadan plan yapmaya devam edenlere gelsin: “Whatever will be will be, The future’s not ours to see…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder