28 Kasım 2014 Cuma

Mükemmel Değil Ama Gerçek

Before Sunrise, Before Sunset, Before Midnight

Hayatı ve ilişkileri sorgulayan, tek kelimeyle büyüleyici bir üçleme.

İzledikten sonra kafamda o kadar çok fikir dolaşmaya başladı ki, not almaya yetişemedim.  Yakalayamadığım düşüncelerimin ilerleyen zamanlardaki yazılarımda bulundukları yerden çıkıp kendilerini göstereceğini umuyorum.

İlk film olan Before Sunrise ile kadın-erkek ilişkilerine romantik bir giriş yapıyoruz.  Henüz 23 yaşında olan Jesse ve Celine Budapeşte’den hareket eden bir trende ayrı ayrı seyahat ederken ilginç bir şekilde tanışıyorlar. Orta yaşlı bir çiftin arasında geçen şiddetli bir tartışmaya şahit oluyor, anlamayan gözlerle birbirlerine bakıyor ve karşılıklı gülüşüyorlar. Bir nehrin kenarında el ele dolanan, yerdeki çakılları içine atıp oluşturduğu daireleri izleyen iki ufak çocuk gibiler. Hayatın kenarında geziniyor, tatlı bir naiflikle sorguluyor, anlamlandırmaya çalışıyorlar.


Biz bu çifti çok seviyoruz. Onların saflığını, hayatı anlama çabalarını, cinsel tutkularına karşı koyamamalarını ve en çok da trende tanışılan bir yabancıyla Viyana sokaklarında sabaha kadar yürüme özgürlüklerini seviyoruz.

İkinci filmde ise çiftimizi 30’lu yaşlarına gelmiş ve nehre ayaklarını sokmuş halde buluyoruz. Hayatlarına bir miktar gerçeklik tozu serpilmiş olsa da çiftimiz hala son derece romantik. Paris sokaklarında volta atıyor, minik bir kafede oturuyor, Seine Nehri’nde yol alıyorlar. Hala gençler; fakat diyaloglar daha çok evlilik, çevre, hayattan beklentiler gibi konular etrafında dolanıyor.


9 yıl ardından onları ne kadar sevdiğimizi tekrar hatırlıyoruz. Olgunluk yakışmış diyoruz. En çok da geçen onca zamana rağmen içlerindeki kaybolmamış romantizmi seviyoruz.

Bana kalırsa serinin en çarpıcı filmi son film olan Before Midnight.

Peşinen söyleyelim. Bu filmde onları hiç sevmiyoruz. Çünkü bu sefer bize sahip olmak istediğimiz hayatı değil, içine düşmekten korktuğumuz hayatı hatırlatıyorlar.


İlk filmde başlayıp ikincide hafifleyerek devam eden romantizm, bu filmde neredeyse 
tamamen kaybolarak yerini acı bir gerçekliğe bırakıyor ve izleyiciyi bir tokat yemiş gibi sarsıyor.

İşte gerçek hayat! Aşk mı demiştiniz? İşte bu!

diyor sanki…

Öyle sert geliyor ki, film bittiğinde kendime söylediğim ilk şey keşke ilk filmi izleyip bıraksaydım oluyor. Keşke devamını görmeseydim, keşke filmin sonunu kendi kafamda çekseydim. Böylece romantik bir şekilde başlayan bu aşk, Jesse ve Celine’in 50 yıllık mutlu evliliğiyle devam eder, ölüme bile el ele tutuşarak gitmeleriyle sonlanırdı.

Celine somut hedefleri olan hırslı bir kadın; fakat kafasında bazı çelişkiler var. Hatırlarsanız ilk filmde hayatının bir erkeğin etrafında dönmesi fikrinden hoşlanmadığını ama öte yandan sevmek ve sevilmeye çok değer verdiğini söyleyerek bize bunun ipuçlarını vermişti.

Bu son film ile Celine’in ilerleyen yaşlarda da bu çelişkiyi çözemediğini, hatta onun esiri olduğunu görüyoruz. Sevgiye değer verdiği için aşık olduğu Jesse’yle bir hayat kuruyor; fakat bu tercihi yaparak aynı zamanda kendini aile etrafında dönen bir hayata hapsetmiş ve kişisel hedeflerinden feragat etmiş bir halde buluyor.

Celine meşhur otel odası sahnesinde almış olduğu kararlar için kendine kızıyor olsa da, bunun acısını haksız bir şekilde Jesse’den çıkarıyor. İşte bu noktada artık karakterlerimizin bir zamanlar etrafında dolandıkları nehrin içine tamamıyla battıklarını görüyoruz; buz gibi gerçeklerle donatılmış soğuk mu soğuk bir nehir!



Jesse akıntıya karşı yüzmeye çabalayan bir balık gibiyken, Celine onu parçalamaya odaklanmış vahşi bir avcıya dönüşüyor. Asıl problem kendi hayatıyken, konuyu Jesse’nin eski karısına, çocuğuyla ilişkilerine, yazdığı kitaplara getiriyor.

Sonraki sahnelerde gerilim iyice tırmanıyor ve Celine karşı tarafı en hassas noktalarından vurarak bizlere kadınların canları acıdığında ne kadar gaddar olabileceğini gösteriyor.  

Önce Jesse’nin sevişmesini küçümsüyor. Aman Tanrım diyorum izlerken, bilerek bel altı vuruyor. Şaşırmama fırsat kalmadan hırsını alamayan Celine’in öldürücü darbeyi sona sakladığını görüyorum: “Artık seni sevmiyorum Jesse.”

Kendi acılarından arınmak için karşı tarafın canını acıtan, Jesse’yi bir kum torbası gibi kullanan Celine, onu öylece odada bırakıp çıkıyor.

Ve film Jesse’nin odadan çıkıp Celine’in yanına gelmesi, sakin bir şekilde, hatta adeta bir baba gibi, onun gözlerini gerçek hayata açmasıyla sonlanıyor. Sanıyorum üçleme içerisinde beni en çok etkileyen diyalog bu oldu.

“You're just like the little girls and everybody else. You wanna live inside some fairy tale.
(…) But if you want true love, then this is it. This is real life. It's not perfect, but it's real. And if you can't see it, then you're blind.”

Son derece romantik ve entelektüel başlayan bir aşkın bu hale gelmiş olmasını görmek… Sanıyorum ki filmi izleyen herkesi asıl sarsan nokta bu.

Acaba hepimiz bu halde mi bulacağız kendimizi? Her aşkın sonu bu mu? Her aşkın sonu gündelik endişelerimizle tencerenin dibinde kalan soğan gibi kavrulup, varlığının bile fark edilemeyeceği bir hale gelmek mi? Hepimizin sonu birbirini yiyip bitirmek mi? Aşklar hep birbirini parçalamaktan mı beslenir?

Düşünüyorum…

Belki de tek yapmamız gereken Jesse’nin söylediği gibi hayatın peri masalından ibaret olmadığını anlamak.

Belki de tek yapmamız gereken gerçek aşkın masallardaki mükemmel aşk değil, hayatın soğuk gerçekliğine rağmen ayakta durabilen aşk olduğunu anlamak.

Çünkü bizler gün doğumu ve gün batımı gibi gelip-geçiciyiz.

Çünkü bizler ağır ağır rayları eskiterek geçen o trenin içindeki yolcular gibiyiz. Sadece bir süreliğine görünüyor ve sonra göçüp gidiyoruz.

Still Here… Still here…Still here…Still here…Gone


 

 
Not: Jesse ve Celine’i bu halleriyle hafızama kazımak istediğim için en sevdiğim sahneyle bitirmek istedim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder